Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

İRAN’IN NÜKLEER PROGRAMI KARŞISINDA ABD VE AB YAKLAŞIMI İran’ın rejimini bölgede yayma eğilim ve isteği, İsrail ve ABD ile olan uyuşmazlık noktaları ve ABD’nin terörist olarak adlandırdığı gruplarla olan yakın ilişkisi İran’ın nükleer çabaları konusunda dünya çapında büyük bir ilgi uyandırmaktadır. Ancak bu “kaygıya dayalı ilgi” 11 Eylül 2001 terörist eylemi öncesinde gerek genelde dünya gündeminde, gerekse özelde Atlantik ötesi ilişkilerde merkezi bir konu teşkil etmemekteydi. Nitekim İran’da 1970’li yıllarda nükleer enerji çalışmaları Avrupa ülkelerinin desteğiyle başlatılmış, 1974’te İran ve Almanya arasında İran’ın Buşehr kentinde 1200 Megavatlık bir santralin kurulması kararlaştırılmıştı. Ayrıca aynı yıl 900 Megavatlık bir nükleer santralin Benderabbas’ta yerleştirmesi için Fransa ile anlaşma yapılmış, Belçikalılar tarafından Karj’da Nükleer Tıp Merkezi kurulmuştu. Şah döneminde İran’ın nükleer çalışmaları sadece reaktör inşa etmekle sınırlı kalmamış, aynı zamanda İran uranyum zenginleştirme şirketlerine ortak olmayı da başarmıştı. İran, Fransızların dünyanın en büyük uranyum zenginleştirme şirketi olan Eurodiff’in yüzde 10 ortağı olmuştu. İran’ın nükleer programının dünya gündemine oturması ise ABD Başkanı Carter tarafından “istikrar adası” olarak görülen İran’da 1979 Devrimi yaşanması sonrasına rastlamaktadır. İran’ın 1986 sonrasında nükleer çalışmalarına yeniden başlaması ve bu doğrultuda Çin, Arjantin ve özellikle 1989 sonrası Rusya ile anlaşmalar yapması özellikle ABD’de ciddi rahatsızlıklar yaratmıştır. İran ve Rusya arasında 1992’de nükleer işbirliği antlaşması imzalanmıştır. Almanlar tarafından yapımı başlatılan Buşehr nükleer santralinin yeniden inşası 1995’te Rusya’ya verilmiştir. İran, bu sürecin devamı olarak nükleer çalışmaları çerçevesinde ilişkilerini genişleterek Almanya, Arjantin, İspanya, Çin, Kuzey Kore, Pakistan, Belçika ile işbirliğine girmiştir. Bu işbirliğinin sonucu olarak İran yirmiden fazla nükleer tesise sahip olmuştur. İran özellikle Rusya desteğiyle uranyum zenginleştirme faaliyetlerine de devam etmiştir. Zenginleştirilmiş uranyumun daha ileri saflaştırma seviyelerinde nükleer silah üretiminde kullanılabilmesi bu bağlamda 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’de önemli tartışmalar yaratmıştır. ABD yönetiminin Irak’ı işgali sırasında temel olarak kitle imha silahlarının bu devlette varlığını alması ve ortaya attığı “önleyici savaş doktrini”, kitle imha silahları sorununu Atlantik ötesi ilişkilerin de merkezi sorunlarından biri hâline getirmiş, böylelikle İran yeniden gündeme oturmuştur. Hem AB hem de ABD İran’ın bir nükleer silah geliştirme programına sahip olmasından endişe duyarken, böyle bir girişimi önleme adına Atlantik’in iki yakası birbiriyle zıt stratejiler geliştirme yoluna girmişlerdir. AB ile ABD arasındaki İran’ın nükleer programını barışçı bir noktaya taşıma konusundaki taktiksel görüş ayrılıkları 2002 yılında belirginleşmiştir. Bu yılın Ocak ayında Bush, İran’ı “Şer Ekseni” içinde değerlendirip, Hatemi ile işbirliğinin yararsız olacağı görüşünü savunurken, AB’li bazı politikacılar İran’ın olası nükleer silah programını İran’ın bölgesel güç olma istemiyle açıklamışlar, böyle bir programın varlığı ispatlansa bile Batı ve İsrail için bir tehdit unsuru taşımayacağını ifade etmişlerdir. Ancak AB, kurumsal olarak bu iki görüş arasında konumlanmıştır. Bu bağlamda 2002 yılının Aralık ayında İran ile ticaret ve işbirliği anlaşması müzakerelerine başlarken, ayrı fakat bu anlaşmayla bağlantılı bir başka anlaşma için de çalışmalara başlamıştır. İkinci anlaşma, insan hakları konusunda İran-AB diyalogunun sağlanması ve daha önemlisi silahsızlanma konularını içermektedir. AB yetkilileri, bu iki anlaşmayı ilişkilendirerek ikinci anlaşma kapsamında İran’ın yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda ticaret anlaşmasının uygulanmasında bir gelişme olmayacağını ilan etmişlerdir. Archick’in ifade ettiği gibi AB böylelikle, ABD’nin AB ülkelerinin ticari çıkarları güvenlik çıkarlarının önünde değerlendirdikleri konusundaki eleştirilerine ciddi bir yanıt vermiş, böylelikle İran’ı dönüştürmekte ABD’den daha etkin bir stratejinin önemli bir adımını atmıştır. İran, AB’nin uyguladığı “eleştirel diyalog” yönteminin de etkisiyle 2003 yılı başında Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalamıştır. Böylelikle anlaşmayı imzalayan ülkelerin nükleer çalışmalarını taahhütlerine uygun yapıp yapmadıklarını denetleyen BM çatısı altındaki bir örgüt konumundaki Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) İran’da kısmi denetimlerde bulunma hakkına kavuşmuştur. Ancak bir süre sonra, İran’ın UAEA denetimlerini engelleme girişimleri İran’ın nükleer programının doğası konusundaki AB endişelerini arttırmış, bu duruma İran’daki reform sürecinin yavaşlığı ve devam eden insan hakları ihlalleri de eklenince, AB 2003 yılı yazında İran ile yapılmakta olan ticaret ve işbirliği konusundaki müzakereleri ertelemiştir. Bu erteleme kararında Selanik Zirvesi’nin etkileri vardır. Nitekim, 2003 yılının Haziran ayında Selanik’te gerçekleşen AB Konseyi toplantısında kitle imha silahları konusunda daha sert bir yaklaşımın AB’de seslendirilmesi, AB-İran ilişkilerini ve AB-ABD ilişkilerini önemli ölçüde etkilemiştir. Böyle bir yaklaşım, AB-İran arasındaki işbirliği olanaklarını daraltırken, AB-ABD arasındaki bu konudaki farklı görüşleri törpüleyici bir etki yaratmıştır. 2003 yılının Temmuz ayında İran’ın 1500 kilometre menzilli ve nükleer silah fırlatmaya uygun Şahap 3 füzelerini başarıyla test etmesine ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi’nin AB’yi nükleer sorun hakkında çifte standart uygulamakla suçlamasına rağmen AB; müzakereleri erteleyerek sadece “reaktif” bir tepki vermekle yetinmemiş, İran’ın nükleer programı konusundaki endişelerin giderilebilmesi adına “proaktif” yaklaşımını devam ettirmiştir. Bu çerçevede 2003 yılı Ekim ayında, İngiltere, Fransa ve Almanya Dışişleri Bakanları, AB adına girişimlerde bulunmak üzere İran’a gitmişler, bu konuda İran yetkilileri ile bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmaya göre UAEK İran’da önceden izin almadan denetimlerde bulunma hakkı kazanmıştır. Ayrıca İran tarafı, geçici olarak uranyum zenginleştirme programının durdurulduğunu açıklamıştır. Bu anlaşma AB’nin hem İran ile ticari ilişkilerini, hem de nükleer enerji kartını kullanarak, İran’ı istenilen yönde dönüştürme adına attığı önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. AB’nin İran nükleer programı konusunda inisiyatif almasıyla şekillenen bu olumlu havaya rağmen, İran Haziran 2004’te nükleer santraller kurmaya devam edeceğini bildirmiş, İran sorunu böylelikle yeniden gündeme oturmuştur. İran’ın bu tavrı karşısında ABD, 2004 yılının Eylül ayında 31 Ekim 2004’ün İran’ın tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durduracağı ve nükleer programın doğası konusundaki şüpheleri gidereceği son gün olarak gösteren bir UAEA kararı çıkması için çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. İşte ABD-AB arasında İran konusunda son dönemde yaşanan görüş ayrılıklarından bir diğeri de bu noktada ortaya çıkmıştır. ABD yukarıda aktarılan sürecin sonucunun BM Güvenlik Konseyi ticari yaptırımlarına bağlanmasını istemiştir. UAEA’nın Avrupalı üyeleri bu yaptırım tehdidinin müzakereleri olumsuz yönde etkileyeceği görüşünü savunarak isteme karşı çıkmış, sonuç olarak ABD geri adım atmak durumunda kalmıştır. Yukarıdaki gelişmelerin ardından 2004 yılının Kasım ayı içinde, AB İran konusunda bir inisiyatif daha almış; İngiltere, Fransa ve Almanya’dan oluşan AB üçlüsü İran ile nükleer silah üretimine yol açabilecek faaliyetlerini, sivil nükleer teknoloji ve politik ve ticari konulardaki işbirliği karşılığında bitirmesi konusunda bir anlaşma arayışına girmiştir. Aralık 2004’te ise AB üçlüsü ve İran; nükleer işbirliği, ekonomi ve güvenlik alanlarında işbirliğini kapsayan bir anlaşma hakkında müzakerelere yeniden başlamışlardır. Washington yönetimi ise AB üçlüsü girişiminin başarı şansı konusunda şüpheci bir tutum sergilemiştir. ABD yönetimine göre İran, AB üçlüsü tarafından önerilen müzakere sürecini kullanarak zaman kazanmakta ve belki de gizli bir nükleer silah programı çerçevesinde çalışmaktadır. Özellikle Atlantikçi görüşe sahip bazı AB yetkilileri ise İran’la işbirliği konusunda ABD desteğinin alınamamasından endişe duymaktadırlar. Çünkü İran’a verilecek en önemli ödünlerden biri olarak düşünülen Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ABD’nin muhalefeti yüzünden gerçekleşememektedir. Bu bağlamda, AB’nin İran karşısında müzakere gücünün artması, ironik biçimde ABD’nin İran konusunda işbirliğine yönelik hamleler atmasına bağlı görünmektedir İran yönetiminin nükleer programını kalıcı bir biçimde dondurma konusunda isteksiz bir tutum içinde olması İran’ı gerek AB gerekse ABD gündeminde tutmaya devam etmektedir. 2005 yılı Nisan ayının sonlarında AB ile Londra’da sürdürülen görüşmelerde anlaşma sağlanamamasının ardından İran Yüksek Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri ve Baş müzakereci Hasan Ruhani, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yeniden başlayacaklarını açıklamıştır. İran Dışişleri Bakanı Harrazi, 7 Mayıs 2005 tarihli açıklamasında nükleer programın uygulanmasına devam edileceğinin sinyalini vermiş ve nükleer enerji sahibi olmayı meşru bir hak olarak gördüğünü yinelemiştir. Son olarak, Anayasayı Koruyucular Konseyi uranyumun zenginleştirilmesi dahil nükleer teknolojinin geliştirilmesine olanak tanıyan bir yasayı onaylamıştır. Tüm bunlar gösteriyor ki, nükleer program düzlemindeki İran-ABD-AB ilişkileri en azından kısa ve orta vadede dünya gündemini meşgul etmeye devam edecektir. İran’da ortaya çıkan yeni yönetim bu süreci hızlandırır görünmektedir.
·
14 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.