Sosyolojik Tahayyül Üzerineanlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Nazım Hikmet
Bu, bir kitap inceleme yazısından ziyade sosyolojik tahayyülün ne olduğuna ve bu yetiyi neden elde etmeye çabalamamız gerektiği üzerine bir yazı. Sosyolojik tahayyül üzerine olan bu düşünceler zaten size kitabı okuyup okumamanız ve kitapta ne bulacağınız üzerine yeterince bilgi vereceği için, bir inceleme kadar yararlı olacağını düşünüyorum.
Bir kurum, kişi, nesne ya da metodun kıymeti bazen yokluğunda anlaşılır. Bu nedenle bir alanı tanımlamak ya da önemini anlamak için uygulanabilecek yöntemlerden birisi de, karşı-olgusal (counterfactual) düşünme deneyidir. Karşı-olgusal düşünme kabaca “Peki, bu olmasa nasıl olurdu?” sorusunu sorup, bunun üzerine düşünme edimidir. Bu sayede, gündelik hayatta farkında olmadığımız, ara sıra kullandığımız şeylerin, aslında nasıl büyük bir boşluk doldurduğunu ve olmaması halinde dünyanın ne yöne seyredeceğini görme şansına sahip oluruz. Bu bağlamda, sosyolojik tahayyülün önemini anlamak için, yokluğunun beyanı olan psikolojizm üzerinde durmak bence uygun bir yöntem.
Psikolojizm kabaca, dünya üzerindeki tüm olguları bireylerden yola çıkarak anlamayı tercih eden bir öğretidir. Yani nihayetinde toplum bireylerden oluşmuştur ve toplumu anlamanın yolu da bireyleri ve onlar arasındaki ilişkileri anlamaktan ibarettir. Uç noktasına taşındığında bu öğreti, şu biçime dönüşür: cinayetin sebebi, insanların bunu tercih ve taklit etmesi; yoksulluğun sebebi insanların yeterince çaba göstermemesidir vs. Bazı okuyucular, bu yorumu abartılı bulacak bazıları ise bunda yanlış olan ne diye düşünecek. İkisini de irdeleyelim.
Wright Mills, kitapta esas tartışmalardan birisini “liberal pratikçilik” adı verilen öğretiye karşı yürütüyor. Özellikle Amerikalı sosyologların, çalışmalarında tek bir muhitteki, tek bir ampirik ayrıntı ile ilgilenmeye daha fazla meylettiklerinden bahseden Mills, bu yaklaşımın giderek bütün toplumsal fenomenlerin temelinde çok sayıda ufak nedenin bulunduğunu, çözüm yolunu ise bu nedenleri parça parça ortadan kaldırma yönündeki reformlarda gördüğünü ifade ediyor. Liberal pratikçilik, nihayetinde bir psikolojizmdir: “Neden hırsızlık var, çünkü hırsız insanlar var; hırsızlık nasıl önlenir, hırsız insanların sayısı azaltılarak; hırsız insanların sayısı nasıl azaltılır, yoksullara yardım yapıp hırsızlık ile ilgili cezaları sertleştirerek.” Sosyal yapılara, bireyleri aşan toplumsal olgulara işaret etmeyen ve yapısal dönüşümler önermeyen bu yaklaşım, şüphesiz yetki merciinde olanlar, statükoyu savunanlar ve yaptığı minik eylemlerle dünyayı değiştirdiğine inanan insanlar için oldukça rahatlatıcıdır. Çünkü insanlar, çoğu zaman herhangi bir zarar ya da yaptırıma uğramadan büyük işler yaptıklarına inanmak isterler. Parçası ve devamcısı olduğunuz ve sürekli yoksulluk üreten bir düzendeki rolünüzü sorgulamak ya da bu sistemle hesaplaşmak yerine, birkaç yoksula verdiğiniz yardımın yoksulluğu bitireceğine inanmak elbette daha kolaydır. Peki, psikolojizmdeki temel yanlışlık nerede?
İnsanlar gündelik deneyimleri sayesinde sadece bir biyografi elde edebilirler. Ancak biyografilerin zemininde, hepsini üzerinde taşıyan ve gürül gürül akan bir tarih bulunur. Gündelik deneyimler çoğu zaman yanıltıcıdır ve biyografi cephesinden bakıldığı zaman, işler çoğu zaman camera obscuradaki gibi tepetaklak durur. Nedenler ile sonuçları sık sık birbirine karıştırır, kendimizi ve diğer insanları özgür ve çoğu şeyi yapmaya muktedir görürüz. Bundan dolayı da faturayı bireylere çıkarmaya daha meyilliyizdir. Ortada bir yanlış varsa, bunu yapan kişiye atfederiz; onu -bize göre- yanlış olan bu duruma iten arka planla pek ilgilenmeyiz. Örneğin ülkede tecavüz vakalarının sayısı artmışsa, demek ki tecavüzcü insanların sayısı artmıştır, bunun da sebebi tecavüzcüleri caydıracak düzeyde cezaların olmayışıdır, birkaç tanesi hadım ya da idam edildiğinde sorun çözülecektir. Görüldüğü üzere toplumsal bir fenomenin hem izahı hem de çözümü bireysel düzeydedir. Çoğu zaman Milan Kundera’nın Bir Buluşma kitabında siyasi inanca atfen söylediği gibi düşünürüz: “Şerefsiz, şerefsizdir. Buna ne muamma olabilir?” Ancak bu bakış açısı ile cezalarının caydırıcı olmamasına rağmen, başka ülkelerdeki tecavüz oranlarının neden bu kadar düşük olduğunu izah edemeyiz ya da daha kötüsü bunu “oradaki insanların daha medeni” olması ile açıklayarak psikolojizm problemini sürdürmeye devam ederiz.
Psikolojizm bireylerin dünyayı yaşadığı çağ ve muhitten yola çıkarak, kendi tecrübeleri üzerinden değerlendirebileceği ve geleceği de buradan yola çıkarak inşa edebileceğini öğretir. Hâlbuki sosyolojik tahayyül ilkin insanların verili bir düzene doğmuş olmasından işe başlar. Oyun adil değildir yani; kartları dağıtılmış bir masaya oturursunuz. Tarihin o dönemindeki sermaye türlerinden, sosyal yapılarından vb. size sunulanı alır ve oyuna dâhil olursunuz. Aile, devlet, cemaat gibi kurumları ya da toplumsal normları belirlerken kimse size danışmamıştır ama doğumunuzdan itibaren zamanla bunları içselleştirmeniz ve buradaki rollere uygun davranmanız gerekir. Dolayısıyla ilk anlamanız gereken, sizi aşan çok büyük bir nehirde, kendi seçmediğiniz bir sal içerisinde yolculuk yaptığınızdır. Bunu anladığınızda, başkalarını yargılamakta eskisi kadar hevesli bir tavır takınmazsınız. Nihayetinde onlar da seçemedikleri şartların içerisine doğmuşlardır ve aynı şartlarda siz olduğunuzda onlar gibi davranmayacağınıza dair geçerli bir kanıtınız yoktur.
Daha sonra, sosyolojik tahayyülün gelişmesiyle, toplumsal olguların bireylerde nasıl tecelli ettiğini görmeye başlarsınız. Tarih ile biyografinin kesişim alanıdır bu ve birçok kişisel dramın ya da sevincin arkasında onları aşan olgular olduğunu görürsünüz. Ona hiçbir erkek teklif etmediği için kendisini çirkin hisseden ve depresyona girerek günlerini pencere kenarında büyüttüğü çiçekle konuşarak geçiren kadının dramının aslında o dönemde çıkan savaş yüzünden erkek sayısının azalmasıyla çok yakından ilintili olduğunu anlarsınız mesela. Bu cepheden baktığınızda insanlar hiç de sandıkları kadar özgür, başına buyruk ve eylemlerinin faili görünmezler. Hayali’nin balıkları gibi görünürler daha çok:
Cihân-ârâ cihân içindedür ârâyı bilmezler.
O mâhîler ki deryâ içredür deryayı bilmezler.
Bunları söyleyerek psikolojik açıklamaların geçersiz olduğunu iddia etmiyorum, sadece bireyden yola çıkarak yapılan açıklamaların kapsayıcı olamayacağını ifade ediyorum. Zaten psikolojizmin zararları, toplumsal olgular üzerine konuşmuyor ve sosyolojik tahayyüle cephe almıyorsa, psikologların incelemelerinden gelmiyor. Aksine Karen Horney, Eric Fromm vb. sosyolojik tahayyülü içselleştirmiş çok sayıda psikolog mevcut. Zarar daha çok, toplumsal olgularla ilgili konuşup, bunu psikolojik bir düzlemden izah etmeye çalışan insanlardan kaynaklanıyor. Peki, tüm mesele sosyal olguları hesaba katmamak mı? Bunun dışında parçalardan bütüne ulaşmanın ne gibi bir zararı var?
Yirminci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Gestalt Psikoloji’sinin insanlığa kazandırdığı en önemli kavrayışlardan birisi şudur: “Bütün, parçaların toplamından farklıdır.” Söz konusu olan canlı, insan, toplum gibi karmaşık yapılar olduğunda basit bir ters mühendislik ile bütünü parçalara ayırıp, her parçanın işlevini anlayıp, tekrar birleştirerek yapının özünü anlayamıyoruz. Parçalar bir araya geldiğinde, içinde bulundukları bağlama göre farklı özellik gösteriyor, farklı anlamlar ihtiva ediyorlar. Bu nedenle sadece bireyler üzerindeki çalışmaları değil, dar muhitlerde yapılmış ampirik çalışmaları bir araya toplayarak da toplum hakkında sağlıklı bir kavrayışa ulaşamıyoruz. Mills’in “yalıtılmış ampirizm” dediği bu tavır her ne kadar doğa bilimlerinden etkilenmesi ve istatistiki yöntemleri merkeze alması sebebiyle kendisinin daha “bilimsel” olduğunu iddia etse de, bir bütün olarak topluma dair kavrayışımızı geliştirmiyor. Öte yandan, ampirizme özellikle tavır almış, gösterişli kavramlar icra ederek kendi içerisinde tutarlı bir toplum felsefesi oluşturmaya çalışan yaklaşımlar da içinde boğuldukları soyut düzlemden somut problemlere inemiyor çoğu zaman. Bir gösterişli teoricinin derdinin incelediği toplumdan daha çok, yazdığı kavramlar arasındaki ilişkiye odaklandığını savunan Mills, kendi kavrayışını ise şöyle tarif ediyor:
“Benim kavrayışım, sosyal araştırmayı 'metodolojik' gösterişçilikle kısıtlayan, karartıcı kavramlaştırmalarla engelleyen ya da kamusal sorunlarla bağlantısız ufak problemlerle uğraşarak değersizleştiren bir dizi bürokratik teknikler bütünü olarak sosyal bilim anlayışına tamamen karşıdır.”
Bu kavrayışta, yazının başından beri ele aldığımız üç tutuma cephe alındığını görüyoruz: “yalıtılmış ampirizm”, “gösterişli teori” ve “liberal pratikçilik”. Bu üç tavrın panzehiri olacak tutum ise sosyolojik tahayyüldür. Son tahlilde sosyolojik tahayyül, dünyayı farklı bir veçheden görmemizi sağlayan, bu yönüyle bizi gerçekliğe daha fazla yaklaştıran bir imgelem yeteneğidir. Bu yetenek Mills’in de bahsettiği üzere bazı sosyologlarda gelişmediği halde, bazı gazeteci ve edebiyatçılarda oldukça gelişkindir. Nitekim sosyoloji camiasında Balzac romanlarının bu kadar el üstünde tutulması, sadece edebi zevk ile ilgili değildir. Dolayısıyla toplumsal olgular söz konusu olduğunda gündelik dilin kolaycılığından kurtulmak ve sosyolojik tahayyül yeteneği ile yaklaşmak oldukça önemlidir. Mills’in kitabı da diğer tüm sosyal bilimin yapıtaşları gibi bu konuda içselleştirilmesi gereken eserlerden birisidir. Bu kavrayıştan yoksun, gerçekliği yalnızca bireylerin söylemleri (anket, yorum, mülakat vb.) üzerinden inşa eden bir yaklaşım düşünce acziyetidir. Nitekim Chomsky’nin dediği gibi: “Toplumun genelinin neler döndüğünden haberi yoktur, hatta haberi olmadığından dahi habersizdir.”