Şu sonbahar mevsiminde ölümün, hüznün mevsimini temaşa ederken ne iyi ettim bu kitabı okuyarak..
İsmail Kara o güzel atlara binip giden güzel insanların hatıralarını anlatarak hem onların unutulmasını geciktiriyor, hem de bizlere o güzel insanları anılarıyla, emekleriyle ve karakterleriyle tanıtıyor. Bununla vazife olunmuş bir gönül sakası İsmail Kara.
İsmail Kara beyi kelimelere sığdırmak istiyorum. Kendine münhasır bir hazine olmakla beraber bir çok hazinenin anahtarını taşıyan bir memur. Değeri henüz anlaşılmayan bir hazine. Bu noktada atalarımızın dediği gerçekle yüzleşiyor insan, altının kıymetini sarraflar bilir. Bir gönül işçisidir İsmail Kara. Bahsettiği şahıs ile yaptığı çalışmaları anlatırken bir kitabın bir fidan gibi büyümesine tanık oluyorsunuz. Okuyacağınız kitabın aşamalarını gördüğünüz için daha farklı bir bağ oluşuyor. Henüz başlanmamış kitaplar ise toprakta gömülü çatlaması beklenen bir tohum gibi heyecan veriyor.
İsmail ağabeyi okumadan önce en çok merak ettiğim şey, bana hangi kitapları okutacağı konusu oluyor. Elbette şunları okuyun demiyor. Öyle bir anlatıyor ki evet bu adamı okumalıyım bu yazarı tanımalıyım diyor insan. Bu kitapla beraber okumam tanımam gereken başka insanlar giriyor hayatıma. Beni bir yazarla dost yapıyor sonra sessizce başka gönül dostlukları için sessizce çıkıyor aradan.
Sonbahar ile bu kitabı ilişkilendirme sebebim, yazarın bahsettiği şahsiyetlerin baki âleme göçmüş olması. Yazar anlatıyor anlatıyor sonra bir sabah, bir telefon görüşmesinde, bir mektupta veya bir gazete sayfasında bahsettiği kişinin ölüm haberini alıyoruz beraber. Sanki o sabah bu sabah gibi hissettiriyor. Kendinizi yeni bir dostunuzu, kıymetli bir insanı son yolculuğuna uğurlarken buluyorsunuz. Onun hüznü daha taze iken başka bir hatırata yelken açıyorsuz sonraki sayfada. O derece samimi ve capcanlı bir eser. Tüm bunları yaparken kültürel, tarihi, mimari bilgiler de vererek yeni şeyler öğretiyor...