Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

AHLAKİ ADALET – “1500 Harbiyelinin Macerası”   1944-1945 yıllarında Irkçılık-Turancılık davasından dolayı tutuklu bulunduğumuz sırada, bunun son aylarını geçirdiğimiz Tophane’deki Askerî Cezaevinde ilgi çekici bir olay geçti: Casusluktan sanık bir er, cezaevinden kaçıp yakalandıktan sonra prangaya vuruldu. Hayat hikâyesi şöyle idi: Lisenin son sınıfında bir tek dersten dönerek mezun olamamış. Kendisine göre, haksızlığa uğrayarak döndüğü bu dersin öğretmenine düşman olmuş. İstikbalinin mahvolduğunu düşünerek kendisini mahvetti diye telâkki ettiği öğretmene karşı düşmanlığı kin haline gelmiş. Kin burada da durmamış. Öğretmenden öğretmenin mensup olduğu topluma, yani Türk milletine sıçramış. Talihsiz, aynı zamanda iradesiz ve şüphesiz ahlâksız olan bu genç, Türk milletine düşman olunca kendi istikbalini mahveden bu milletten intikam almaya karar vermiş. Askere alındığı zaman, kültür seviyesi dolayısıyla kendisini 1. Ordu Karargâhında yazıcılığa kadar getirmişler. Ordunun bütün gizli yazışmaları, çift aylı tezkereler hep elinden geçtiği için bunların kopyalarını çalarak, sırf Türkiye’ye kötülük olsun diye, önce Alman konsolosluğuna, onlardan yüz bulamayınca da Rus konsolosluğuna götürmüş. Ruslar tabiî, mal bulmuş Mağribî gibi kabul ettikleri bu gençten bir hayli faydalandıktan sonra durum anlaşılarak genç yakalanmış. Bu acıklı olaydan çıkan sonuç şudur: İnsanları en çok çileden çıkaran şey haksızlığa uğramaktır. Tepkiler, haksızlıklarla orantılı olarak derece derece serttir. Bazen de tepki yeni bir haksızlık olarak ortaya çıkar. İstikbali mahvolan gencin vatana ihaneti gibi. Bunun birçok örneklerini yakın tarihimizde de görmüşüzdür. İttihat ve Terakki Fırkası’nın rezilce haksızlıkları, muhtelif partilerden bir çoklarını vatan ihanetine sürüklemiş, bu ihanet edenler arasında kültürlü, aydın, hattâ bilgin kimseler de bulunmuştur. Haksızlığa uğradığı için vatana ihanet eden adamın mazur görülecek hiçbir tarafı yoktur. O yine bir haindir. Ancak onun bu ihanetinde onu ihanete zorlayanların da suçu vardır. Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi önündeki çukuru görmediği için çukura düşen suçlu, fakat o çukuru oraya kazan da yine suçludur. Herkesin çok sağlam karakterli, yüksek ahlâklı olmadığı bir gerçektir. Yüksek karakterli insanlar hangi şartlar içinde kalırlarsa kalsınlar yurtlarına ihanet etmezler. Fakat karakteri zayıf olandan sinirleri zayıf olana kadar derece derece birçok insanlar ihanet etmeseler bile topluma küserler, köşeye çekilirler, bir ruh hastası olarak yurt için ebediyen kaybedilmiş insanlar haline gelirler. Onların bu duruma gelmelerine sebep olanlar suçludur. Memlekete fenalık etmiş kimselerdir. Bu yazı peşrevinden maksadım henüz kanayan yara olan bir konuya değinmek. 1500 Harbiyeli hakkında, hele bunların içinde hapis hayatı yaşayan talihsizler hakkında birkaç söz söylemektir. Onlardan gazete sütunlarında biraz bahsolunduktan sonra bermutat hepsi unutuldu ve boynu bükük 1500 genç kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı. Şimdi ben burada, vaktiyle bir askerî okuldan tardolunmuş ve üniformayı çıkararak başıbozuk elbisesi giymenin ıstırabını tatmış bir insan olarak bu eski Harbiyelilerin, kimse tarafından bilinmeyen, fakat ölçmek kabil olsa göklere kadar yükseleceği belli bulunan ıstırabından bahsetmek istiyorum. Kendi maceramda ben, Türk kanunları bakımından haksızdım. Türkçü ve ırkçı olduğum için, Türk üniforması taşımasına rağmen Bağdatlı bir Arap olan Birinci Mülâzım Mesut Süreyya’ya selâm vermeyi reddettiğim için tardolunmuştum. Fakat bu 1500 eski Harbiyelinin durumu büsbütün başkadır. Onlar “emre itaat” prensibi ile, arkadaşlık ve mertlik zihniyeti ile yetiştirilmişler, arkadaşlarını yalnız bırakmayı en büyük utanç saymışlardır. Alarm verildiği zaman bu 500 genç, silâh başı edecek yerde her biri bir bucağa sıvışıp kaçsaydı acaba makbul mü sayılacaklardı? Bugün subay olmaya lâyık görülmeyen bu çocuklara o zaman takımlar ve taburlar emanet edilebilecek miydi? 21 Şubat’ın da, 20 Mayıs’ın da olacağı biliniyordu. Burada bir suçlu varsa bu 1500 çocuk değil, ayaklanmaların yapılacağını bildiği halde tedbir almayan, Talât Aydemir’le yakınlığı olanları Harb okulunda ve Ankara’da bırakan o zamanki hükümettir. Ortada elle tutulur bir delil yokken Talât’la yakınlığı olanları uzaklaştırmanın antidemokratik olduğunu söylemek pek çocukça olur. Mahkemenin beraat ettirdiği gençleri Harb okulundan çıkarmak çok mu demokratiktir? Yıllardır sivil zihniyetin dışında, disiplin ruhu ile yetişen bu gençleri alabildiğine hürriyet içinde yaşayan üniversitenin şurasında, burasındaki boşluklara, gediklere yerleştirerek görev yaptığına inanmak bile bile aldanmadan başka bir şey değildir. Bunlar arasında maddî imkânsızlık dolayısıyla yüksek öğrenimini bırakanlar da bir haylidir ki bu da ayrı bir toplum yarasıdır. Fakat hapiste olan Harbiyeliler, daha büyük bir yaradır. Bütün siyasî davalarda olduğu gibi piyango onlara isabet ettiği için içerdedirler. Aralarında orta öğrenimini büyük güçlüklerle yapan, tahsil parasını sağlamak için tatillerde, hatta okul sürelerinde, akşam vakitleri çalışarak Harb okuluna kadar yükselenler vardır. Şimdi bu Harbiyelilerle azgın bir denizde saatlerce yüzerek karaya ulaşan fakat bastığı toprak parçasının çöktüğünü gören bir insan arasında ne fark var? Bunlar ne kadar güçlük, ne kadar sıkıntı ile yüksek öğrenime kadar yükselmişlerdir! Başlarına gelen felâketin kendilerini çökertmesi, ruh bakımından sarsıntıya uğramamaları, toplum için kaybolmamaları başlıca bir kaygı olmak lâzımdır. Adalet karşısında herkes eşittir demek eski bir Harbiyeli ile bir hırsız eşittir anlamına gelmez. Adaletin, bugünlerde sözü çok edilen sosyal adaletin yanında bir de ahlâkî adalet vardır ki, herkesin seviyesine ve yurda yararlılığına göre muameleye tâbi olması demektir. Vicdanların ve mantığın kabul ettiği gerçek adalet de budur. Türkiye bir intikal çağında olduğu için bir takım haksızlıklar oluyor, ıstıraplar çekiliyor, birçok insanın geleceği karanlığa gömülüyor, çirkin işler yapılıyor. Diyelim ki bunlar, kaçınmak mümkün olmadığı için yapılıyor. Fakat bir de önlenmesi elimizde olan şeyler vardır ki onları yapmamak millî bir suç olur. İnsanları kendi devletinden soğutan her haksızlık millî bir suçtur. Bugünlerde böyle bir davranış Balıkesir Cezaevindeki 21 eski Harbiyeliye karşı yapılmıştır. Bu 21 kişi, normal bir cezaevi olan bu binada, yaklaşan tahliyelerinden sonra girmeyi tasarladıkları fakülteler için fikrî hazırlık yaparak, okuyarak ıstıraplarını azaltmaya çalışıyorlardı. Birdenbire gelen bir emirle Bigadiç, Sındırgı, İvrindi, Dursunbey ilçelerine beşer kişi, Kepsut’a bir kişi olmak üzere dağıtıldılar. Sebep bir disiplinsizlik yapmaları değil, yeni infaz kanununa göre Balıkesir Cezaevinin yalnız hırsızlara tahsis olunması… İnsâfin o yerde nâmı yok mu? Hırsızlar yani ahlâksızlar müşahede altında bulundurulacak diye ihtilâlciler yani yiğit kişiler, yahut buyruğa baş eğen askerler yani ahlâklı gençler gayri sıhhî, gayrî insanî yapılara dağıtılacak. Hele arkadaşlarından ayrılarak Kepsut’a tek başına gönderilen o garip genç kim bilir hangi it uğursuzların yanında çile dolduracak. Bunlardan Bigadiç’e gönderilen beş kişi iki buçuk metre çapındaki bir odaya tıkılmışlardır. Şahane bir odadır. Türlü haşarat yetmiyormuş gibi kene bile vardır ve fareler yatakların üzerinde gezinmektedir. Rutubetten perişandırlar. Küçücük odada soba kuracak yer yoktur. Beş yatak, beş bavul bu izbeyi tamamen doldurmaktadır. Ufak bahçelerinden bir su akmaktadır. Hayvanların da ortak olarak içtiği bu suyu her ihtiyaçları için kullanmaktadırlar. İçtikleri su da budur. Doktorun yaşanmaz diye rapor verdiği bu yerde bu gençlerin yatmasına vicdanlar nasıl razı oluyor? Burada, en iptidaî şartlar içinde doğup büyüyenleri bile yatırmak kalplere eza verirken memleketin en aydın tabakasına mensup beş kişi burada nasıl barındırılıyor? Şu memleketin haline bakın: Vatan haini Nazım Hikmetof, Bursa’da, âdeta lüks içinde yaşatıldı. Şehirde dolaştırıldı. Karısının oraya gelip gece kalmasına izin verildi ve Hikmetof’un veledi burada peydahlandı. Vatan haini Sabahattin Aliyef de Konya’da hastaneye naklolunarak aynı itibarı gördü. Ama iş Türk Harbiyelilere gelince o zaman infaz sistemi işlemeye başladı. Soğuk ve rutubetin başladığı bu günlerde bu 21 genci sığındıracak bir yer mi yok? 15 milyarlık bütçesi olan devlet, tesadüflerin mağdur ettiği bu talihsizlerin sağlığını korumak, onların kaybolmasına engel olmak için birkaç bin liralık bir masraf yaparak bunları insan gibi yaşayacakları bir binaya götüremiyor mu? Böyle bir bina yoksa kiralanamaz mı? Bütçe imkânsızlığı mı? Mebus maaşlarına zam için 40 milyon liralık tahsisat ne kolay kabul edilmişti!… Bu satırlarımla Adalet Bakanına hitap ediyorum: Sayın Bakan: Büyük vaadlerle iş başına gelmiş bir hükümetin üyesisiniz. Bir haftada üç maddelik bir kanun çıkararak bu çocukların tahliyesini sağlayamaz mısınız? Bu gençlerin millet ve vatana bağlılığından kimsenin şüphesi olmazsa da uğradıkları haksızlıklar dolayısıyla yarın aralarından birkaç sapıtmış kimse çıkarsa bunun günahı onları bu hale getirenlerle son aylarını o berbat yerlerde geçirmek emrini verenlerde ve bu arada sizde olacaktır…. *** Bu çocukların gizli kalmış ıstırapları, yüzyıllardan beri çekilenlerin bir özetinden başka bir şey değildir. Ufak bir himmetle bunları dindirmek mümkünken bunu yapmayıp da tıpkı dalaşan köpekler gibi insanların birbirini yemekle ömür tüketmesi, bunu görev sayması insanlık için yüz karası bir kepazelikten başka bir şey değildir. İnsanlığı utanç haline getirenler utansın. Ötüken, 22 Kasım 1965, Sayı: 23
·
105 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.