Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

192 syf.
9/10 puan verdi
·
8 günde okudu
Kitaptan alıntı ile spoiler içermektedir! İnsan zeki varlıktır. Zeka doğuştan olduğuna göre, genel itibariyle insanı ‘zeki varlık’ olarak tanımlayabiliriz. Kişinin dehasını, bunalımlarını anlamakta zeka olgusu oldukça önemli faktördür. Ve elbette ki, herkes aynı zekaya sahip değildir. Buna rağmen herkesin zekası kendisine yetecek kadardır diyebiliriz. Dolayısıyla da, herkesin ‘bunalımı’ zekası nispetindedir. Büyük zekalar büyük bunalım yaşarlar. Hatta bazılarını zekadan mustarip olarak görürüz. Bizim, zekadan mustarip şairimiz Necip Fazıl: “Akıldan büyük nimet, zekadan ağır yük tanımıyorum.” der. Edebiyat dünyasında böyle mustaripler epey vardır ve yine dikkatle incelendiğinde bunalımı, iç sıkıntısı, tatminkarsızlığı en fazla olan şair/yazarlar da bu kişilerdir. F.M. Dostoyevski “Yeraltından Notlar” adlı romanında fazla bilinçli olmayı hastalık durumu olarak açıklar. Özetle, bunalım, iç sıkıntısı, varoluşçu sorgulama, tatminkarsızlık herhangi bir çağın “hastalığı” değil; insanın ve özellikle de onun zekasının “hastalığı”dır. Fakat, bir noktada şunu sorabiliriz: Peki, bu durum neden kendini daha çok son yüzyıllarda gösterdi ve toplumsal salgın karakterine büründü? Çünkü, bize öyle öğretildi, yutturuldu! Tanrıdan gelen vahy rehberliğinde yön almaktan vazgeçen insanoğlu, kendine seküler sürecin kapısını açmış oldu. Seküler sürecin çarkında dönen insan “felsefe üretmeye” başladı, yukarıda bahsettiğim “semptomları” edebiyata yansıttı. Arayışı sürdü, sürdükçe derinleşti, çıkmaza girdi: intiharlar, isyanlar, birey toplum çatışmaları, insan olmanın ıstırabını yaşama, nihilizm... Ve böylece biz de zannettik ki, tüm bunlar son yüzyıllar insanının sorunudur. Hayır, tüm bunlar insanla birlikte vardır, onu zekasıyla birlikte vardır ve yine, onun ruhuyla birlikte vardır. (Bu kısmı dikkatle okuyan kişi, “Antik Yunan felsefesini unuttun mu, buna ne diyeceksin?” sorusunu sormamalıdır.) Zekaya değinmek istedim. Bazı yazarları tam anlamıyla anlamanın, eserleriyle birlikte kişiliğini bütünleştirmenin en sağlam yolu budur. Benim fikrimce... Bundan sonraysa, çocukluk travmalarına, dönemin sosyo-kültürel yapısına tarihi açıdan bakmanın faydası vardır. Lermontov’a değinmeden önce, Rus edebiyatının en zekisinin Aleksandr Sergeyeviç Puşkin olduğunu belirteyim. Bu konuda 7,5 milyar insanın her birini birer edebiyat eleştirmeni olarak karşıma alabilirim! Rus edebiyatının diğer bir ‘zekası’ da Mihail Yuriyeviç Lermontov’dur. Hakkında bunu bilmek yeterlidir. İlaveten, yazdığı bu tek romanı değerlendirmede, önemli kriterlerden sayılan çocukluk dramına ve eğitimine bakmakta işimizi kolaylaştıracaktır. Eser müessirinden izler taşır. Fakat, eser müessirinin aynıdır veya aynısı olmalıdır mantığıyla kritize etmek önemli bir hatadır. Roman karakterlerini bu şekilde inceleme taraftarı değilim. Yukarıda anlattıklarım burada anlam kazanacak. Lermontov’un biyografisini bilen bir okur, Peçorin karakterini tahlil ederken, ikisi arasında bağ kuracak ve hatta hayatını yazmış diyecektir. Bu noktada ona haksız da diyemeyiz. Fakat, insanın bunalımı, varoluş çilesi ve mutsuzluğu yaşadıklarıyla alakalı olmayabilir. “Gerçekten de biz insanı sıkıntı içinde yarattık.” (Beled/4). Bu dünyaya doğmuş olmak bile başlı başına bir trajedidir. Kıt zekalı birinin, dramına, çocukluk travmalarına rağmen ‘bunalım’ yaşadığını veya varoluş çilesi çektiğini gördünüz mü? Sanmıyorum. Evet, belki saldırgan olabilir, belki de isyan çığlığı da başlatmış olabilir. Onları edebi eserde ana karakter olarak göremeyiz, ana karakter bu hususlarda kendini, yaptıklarını bilen biridir. Sözümün canı odur ki, edebiyatta ana karakterlerin çilesi sıradan insanın çilesi değildir. O, yüksek zekanın çilesidir. Ve buna mahkumdur. Zekanın bildikleriyle pekâlâ yetinip tatmin olacağı ve mutlu-huzurlu olacağı bana inandırıcı gelmiyor. Çünkü, mutluluk/huzur/sevinç duyguları daha çok kalbidir ve hissidir. Kalp inanmak ister... Konu olmuşken hemen burada Peçorin’in kalbini ziyaret edelim. Kitaptan karakterin kendi “diliyle” anlattıklarını dinleyelim: <<Herkes, yüzümde kötü eğilimlerin belirtilerini arardı – aslında olmayan ama onlarca olması gereken eğilimleri: Sonunda diledikleri gerçekleşti. Alçakgönüllüydüm; beni hesaplılıkla suçluyorlardı: Sonunda hiç konuşmaz hale geldim. İyilikle kötülüğü ayırt edebiliyordum; anlamıyorlardı, herkes kırıyordu: Kin gütmeye başladım. İçine kapanık bir çocuktum, başkaları gibi şen, konuşkan değildim; onlardan üstün görüyordum kendimi ama herkes beni onlardan aşağı tutmakta sözbirliği etmişti: Kıskanç oldum. Bu dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için, en iyi duygularımı yüreğimin derinliklerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğru söyledim, inanılmadı. O zaman kandırmaya başladım. (...) Ruh yönünden sakat olmuştum. Ruhumun yarısı yoktu; solmuştu, uçmuştu, ölmüştü. Ben de o yarıyı kestim attım – oysa öteki yarı kımıldanıyordu, diriydi, herkesin hizmetindeydi. Kimse farkına varmadı bunun... (...)>> Herşeyi anlatmış. Bu romanı yani “Zamanımızın Bir Kahramanı”nı okuduğunuzda “öldürülmüş” kalbin, “sakatlanmış” ruhun toplumdan intikam alma çabalarını göreceksiniz. Kalp inanmak ister demiş ve üç nokta koymuştum. Şimdi soruyorum: Bu kalp nasıl inansın? Kitabın önsözünde -yazarın kendisi yazmıştır- ana karakterin “çağımızın gittikçe artan kötülüklerinden yaratılan portre” olduğundan bahsedilir. Yukarıdaki alıntıda bilmem kaç tane kötülük sayıldı. Bunlar insanın kalbini öldürür, zamanla insan “taşlaşır”, hatta o kadar ki, kendinde farkettiği duygulara bile yabancılaşır, onlarla alay eder. Duygusal yaklaşırsan tiksinir, küçümsendiğini düşünür ve seninle alay eder ve sana düşman olur. Aslında psikoljik açıdan derinlere inersek bu tutumun kendine karşı savaşı ve kendine düşmanlığı olduğunu da görebiliriz. ‘Zamanımızın kahramanı’nın da kahramana ihtiyacı vardır. Toplumun kucağı, şefkati ve merhameti! Romanın ismi içeriğiyle ironiktir. Hayatının anlamını ve amacını bulamayan kişinin zamanının kahramanı olarak seçilmesi gerçekten bir ironi midir yoksa tarihi bilgilerimizden yardım alarak o dönemlerin sosyo-kültürel yapısını dikkate alırsak bu gerçekten bir kahramanlık mıdır? “Zamanımızın Bir Kahramanı” Rus edebiyatında ilk psikolojik roman olarak kabul görmüştür. İki bölümden oluşur. Farklı hikayeleri, anıları var ama Peçorin karakteri etrafında bütünlüğü sağlanmıştır. Umarım, bu eserin istatistikleri kısa zamanda zirve yapar. Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, bunu fazlasıyla hakediyor. Psikolojik roman demişken, bir alıntı ile Dostoyevski’ye selâm gönderelim: “...pişmanlık duyan bir suçluyu geri çevirmemeli çünkü bu kez de umutsuzluk yüzünden eskisinden iki kat daha suçlu hale gelebilir, ...” Peçorin’in sezgisel yönü, kadınlar ve evlenme üzerine yorumları, ilişkiler, kader, Çerkezler, Çeçenler, Kafkasya doğası... o kadar anlatılacak konu var ki.. Bir kere okumakla görüşlerimi toparlamam hem zordur, hem de takdir alamaz. Nasılsa sonradan (ikinci okuyuşumdan sonra) bir kaç ekleme yaparım diye burada bitiriyorum. Lakin, son sözü Peçorin söylesin istiyorum: Kötülük kötülüğe yol açıyor...
Zamanımızın Bir Kahramanı
Zamanımızın Bir KahramanıMihail Yuryeviç Lermontov · Can Yayınları · 20184,421 okunma
··
175 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.