Gönderi

Salahattin Bey, ailesini 1918 sonlarına doğru Çanakkale’den İzmir’e götürür: "Dört sene sonra babam istifa ederek ayrıldığı zaman, annem de zaten büyükbabası tarafından irsen mahmul olduğundan histeri başlamış, babama kalp hastalığı gelmiş, erkek kardeşimin dili kekeme olmuştu. İçlerinde en sağlam bendim. Babam elindeki bir miktar para ile İzmir'e geldi. İş yapmak istedi. Bir tiyatro isticar etti. Karşıyaka'da gazino işletti. Hülasa işleri iyice idi. Fakat Yunan'ın gelmesi hepsini altüst etti ve hepimiz on parasız olarak Edremit’e, annemin babasının ve annesinin yanına geldik. Burada da Yunan vardı ve babamın tekaüt maaşları bile çıkmıyordu. ( ... )Bu esnada annemin Çanakkale'de başlayan histesirisi gayr-ı kabil-i tahammül bir hal aldı. Zaten İzmir'de bir kere bileklerini kesmek, bir kere de Edremit’e gelirken denize atlamak üzere yaptığı intihar teşebbüsleri burada da tekerrür etmişti. Her akşam yorgun argın eve gelen babamla muhakkak bir bahane bularak bir kavga çıkarıyor, o adama yediğini içtiğini zehir ediyordu. Her akşam muhakkak bir şey tuttururdu. Ya annesiyle babasıyla yahut da kocasıyla yani babamla bir gürültü çıkarmazsa yüreği rahat etmiyordu. Belki bunlar hastalıktandı, fakat yüzde doksanı da aldığı terbiyenin noksanlığındandı. Evvelce İstanbul'da, filan babam kendisini ailesiyle çok görüştürmüyor, kendi büyüdüğü aristokrat muhitte bulunduruyordu. O zamanlar annem civarına uymak mecburiyetindeydi, fakat burada, bu adi ve popüler muhitte bütün basitliği, aleladeliği, hatta görgüsüzlüğü ile açılmıştı. Zaten hastalığı da babama karşı ( ... ) şeklinde tecelli ediyordu. Bir zamanlar 'sen benim hem kocam, hem babamsın' ( ... )çünkü babam annemden on altı yaş kadar büyüktü. Zavallı adamın her şeyine, ailesine dil uzatıyordu. Müddet-i ömründe kimseden ağır bir söz bile duymaya alışmamış bir adam olan babam bütün bunlara sırf bizim için, çocukları için tahammül etmekte idi. Bu esnada bir de kız kardeşim dünyaya geldi. Para yoktu. Karnımızı doyurabilmek için çalışmak lazımdı. Babam da Çanakkale'de iken bizim emir erimiz olan bir Edremitli dükkancıdan otuz liralık kadar eşya aldı, tabii veresiye olarak. Bunlar çorap, mendil, fanila, makara, kuka iplik gibi tuhafiye şeyleri idi. Kurban Bayramı yaklaşıyordu. Babam çarşı yerinde bir sergi açtı, orada bunları satmaya başladı. Bayramdan sonra elinde birkaç kuruş parası vardı, tekrar başladı. Bu sefer ben de boynuma bir işporta taktım, içerisini öteberi doldurdum. Bizim iyi günlerimizi bilen Türklere görünmemek için bunları Rum mahallelerinde 'makaradis kovarikos' diye satmaya başladım. Akşamları babam benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü. Bir müddet sonra bir dükkan açtı. Fakat geçinebilmek için yine Edremit'in civarındaki kasabalara gitmek, oralarda sergi açmak icap ediyordu. ( ... )Bu esnada ben iptidaiyi bitirdim." Beyaz teni, ela gözleri ve dalgalı saçlarıyla Sabahattin Ali güzel bir çocuktu. Evinin bulunduğu Müslüman Mahallesi'ndeki komşuları ona "Sabah Yıldızı" adını takmışlardı. Sokakta çok dolaşmaz, çocukların oyunlarına pek karışmazdı. Çekingendi. Şerif Ağa'nın oğlu Ali (Demirel) ile arkadaşlık ederdi. Ali bir konuşmasında o günleri şöyle anlatıyor: "Sabahattin çocukluk arkadaşımdı. Mahallede ve okulda her zaman birlikte olmamız sebebiyle samimiyetimiz çoktu. Kendisinden iki yaş küçük olmama rağmen, vücutça ondan daha iri bir yapıya sahip olmam sebebiyle, bana bir ağabey gözüyle bakardı. Ben de onu mahalledeki ve okuldaki arkadaşların kötü, rahatsız edici davranışlarından korurdum. Gerek okulda gerek mahallede arkadaşlarla oynadığımız oyunlara hiç katılmazdı. Ya bizi kıyıdan izler, ya da eve girip kitap okur, resim yapardı. Bazen de bana, mahalle oyunlarımızda kullandığımız tahtadan ok, yay gibi oyuncaklar yapardı. Aramıza sokulmadığı için öbür arkadaşlar onu dövmekle tehdit ederlerdi. Bu gibi durumlarda iri yapıma güvenerek onu korurdum. O da, buna karşılık ya bana oyuncaklar yapar ya da derslerime yardım ederdi. Okulun en çalışkan öğrencisi o idi.( ... ) Güzel, yakışıklı ve sessiz bir çocuktu. Bu özelliklerinden dolayı, bir gün arkadaşlarımazdan Şakir’in saldırısına uğradı. Ve bir tesadüf eseri, olayı görmem ve müdahale etmem bu saldırıyı sonuçsuz bıraktı." Annesi sinirli bir kadındı. Sabahattin Ali'den çok, kekeme oğlu Fikret'e (Şenyuva) yakınlık gösterirdi. Arada bir Sabahattin Ali'yi azarlar, hatta döverdi. Bu Ayrıcalıklı davranış Sabahattin Ali'yi derinden yaralamıştı. Bundan dolayı, annesinin, hatta kimsenin kendisini sevmediğine ve sevemeyeceğine inanmış, babasına daha bir bağlanmıştı. Ailenin geçimini sağlamak için onun çektiği sıkıntıları üzülerek izliyordu. Salahattin Bey ile Hüsniye Hanım arasındaki tartışmalar ve kavgalar da benliğini sarsıyordu. Sabahattin Ali Edremit İdadisinin (şimdiki Gazi İlkokulu) başarılı bir öğrencisiydi. Gerçi sessizdi, sokulgan değildi, içine kapanıktı ama çok zeki ve çalışkandı. Bu yüzden, öğretmenin gelmediği zamanlar, dersleri arkadaşlarına o anlatıyordu. Öğretmeni, babasının Gümülcine'den tanıdığı aile dostu Mehmet Şah Bey'di. Sabahattin Ali'yi beğeniyor ve seviyordu. Ayrıca, dayısı Nazmi (Aybek) Bey de onu sevenler arasındaydı. "Göreceksiniz, bu oğlan bir gün paşa olacak!" diyordu. Sık sık yeğenini görmeye geliyor, ona güzel kitaplar getiriyordu. Sabahattin Ali onları ya evde, ya da babası Havran, Burhaniye, Ayvalık pazarlarında sergi açıp öteberi satmaya gittiği günler dükkanda tutkuyla okuyor, işini ihmal ediyordu. Gerçi babası da okumasını istiyordu, ama çalışma sırasında Salahattin Bey'in yanında da okumaya başlayınca sopayı yiyordu.
49 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.