Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

198 syf.
4/10 puan verdi
“Hazreti Peygamber’le arkadaşları bu yaşayış tarzı bakımından bütün İslam ümmeti için birebir birer örnektiler. Ve Müslümanlar bu örneğe bakarak O’na uymayı bir vazife sayarlardı.” diyor ve tasavvufun özünü böyle olduğunu da ifade ediyor. Hani bizde var ya, şimdilerde tasavvuf “çuların” tasavvufu satan, satışa çıkan, pazarlamaya çıkanların karşısında hakikaten tasavvufun Hikmet Erbabı Kıyamet’e kadar var olacaktır elbette diyen, Tevhid Ocağı ve benzeri bütün kardeşlerimizin ifade ettiği o hakikat karşısında “Şimdi kaldı mı canım öyle isimler?” diyenlerin o tarihlerden itibaren bir görüş savunusu söz konusu. Tabiri caizse bu kitabın görüşleri bugünkü mealci zihniyet kadar keskin değil. Ama o tarihte dahi bu hususta Tasavvuf Erbabı’na karşılık bir önlem alınması gerektiği düşüncesiyle aklı ön planda tutmanın unsurlarını ifade eden, bir diğer taraftan çözümlemeler getirirken bunu da bir yabancı diyardan getirme gayretinin varlığını görüyoruz. Tabiri caizse o bir insanın üzerinde var olan batıya olan hayranlığın bugünkünden çok da farklı olmadığını fark ediyoruz. Şöyle diyor Ömer Bey; “Şüphe götürmez bir hakikatle İslam Dini’nin tefekkür ve şuur mirasından bir parçasının tasavvuf olduğudur.” Bu güzel söylem boyunca devam edeceğiz. Öyle mi kalacak göreceğiz. “Hazreti Peygamber’in hayatı daha sonraları yetişen mutasavvufların örneğiydi. Bunlar Hazreti Peygamber’in hayatındaki bu zahitlik cephesini alarak onu geliştirmeye bakmışlardı.” dedi. Ama bu geliştirme metodu Hristiyanlıkta ya da Hristiyanlığın mezheplerinde görüldüğü gibi kişilerin şahsi kanaatleriyle dine bir şey eklemeleriyle mümkün değildir ki Ömer Bey kitabında bunu da inceliyor olacak birazdan. “Onun için Hazreti Peygamber Muhammed Mustafa’nın” Aleyhisselatü Vesselam “cahiliye devrinde Hira dağına çekilerek ibadetle meşgul olmasını, daha sonraları İslam aleminde ortaya çıkan zahitlerin, abitlerin ve mutasavvufların yaşayış tarzını kuran ilk tohum saymak icab eder.” diyor. Ama burada bir hata yapıyor Ömer Bey. O hata da Arapların da zaten böyle yaşadığına dairdir. Halbuki sadece Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam ve hanif dininin mensupları böyle yaparlardı. Yani cahilane yaşayan Arap kavmi, müşrikler, putperestler değil hanif dininin devamını yaşayan Ehli İman’ın o hayat biçimini sürdürmeye gayret edenler. Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz’de de zirve olduğu gibi onların çöllerde hak ve hakikati arama mücadelesi devam ederdi. Burada bir hatamız var. “Bu yaşayış sayesinde içi açılır, hissi incelir, kalbi temizlenir ve artık her şeyi olduğu gibi görürdü.” diyor Resulü Kibriya Aleyhisselatü Vesselam için. Ne yazık ki burada Siyer’de bir eksik bilgi görüyoruz kitabın başında. “Hazreti Peygamber’in hayatında görülen tasavvuf izleri bundan ibaret değildir.” diyor Ömer Bey. “Ruh hayatı bakımından daha mühim, daha derin daha tesirli bir hadise İsra yani Miraç’tır ki Kuran’da bahis mevzu olduğu gibi hadis ve siret kitapları tarafından da uzun uzadıya anlatılmaktadır. En mühim kaynaklar üzerinde yapılan tetkikler ve eleştirel tahlillerden anlaşıldığına göre işte o devrin problemi eleştirel, tahlil hastalığı.” Şöyle diyor, “Miraç ruhi bir müşahede idi.” Allah Resulü’nün bedenen Miraç ettiğini kabul etmeyen taife işte bu dönemde batılı ikmalciler eliyle yoldan çıkmaya hazır, makası atmak üzere olan yan raylara geçmenin hazırlığındalar. Farkındalar mı? Biraz meçhul. Çünkü Mehmet Akif Ersoy’un hayatında da bu kavramsal karmaşayı görmüyor değiliz. “Onun için Ashabın ve sair zahidlerin, nasiklerin ve mutasavvufların hayatı, Hazreti Peygamber’in İslam’dan önceki zühdi hayatının sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Daha sonraki devamı ise gayet tabiidir.” diyor. Ancak Allah Resulü’nün hayatında cahilane bir şey hayatı boyunca olmadığı gibi O’nun hayatının sonraki evresinde de hele ki Ramazan’ın son on gününde muteber bir sünnet olarak bize sunduğu itikafı nereye koymuş Ömer Bey? Kitabında pek de buna rastlayamıyoruz. “Allah, göklerin yerin nurudur.” emri Enfal Suresi 17. Ayeti Kerime’den bir ayeti Kerime’nin mealiyle başlıyor cümle. “Her nereye yüzünüzü çevirirseniz Allah’a ibadet yönü odur. Mutasavvuflar, vahdedi vücut, vahdedi şuhud mezheplerini ve Allah’ın mahlukatında tecellisini bu Ayet’e istinat ettirirler.” Hayır böyle istinat ettirilmeler. Bu eksik ve yanlış bir bilgi. Şimdi eksikler yanlışlara dönmeye başladı kitapta. Kitabın böyle ince bir tarafı var. Sona doğru, hani ben dönüyorum, ahanda döndüm şeklinde bir kitap olduğunu göreceğiz beraberce. Şimdi burada Allahu Zülcelal’in beyan ettiği hakikatler dairesinde vahdedi vücutun, vahdeti şuhud ne yazık ki mezhep değil Ömer Bey. Bunlar yaşayan insanların yaşadıklarına atfettiği cümleleri sonrasındaki gelmiş olan aklı evvellerin taktığı sıfatlar. Hele ki birazdan göreceğiz. Hallacı Mansur’u İbni Arabi gibi zatlar vahdedi vücut ifadelerini kendilerini ibarelendirmek üzere kullanmamış. Sonradan gelen bu görüşleri onlara küfür ithamıyla itham etmek için kendilerine yeni bir sıfat tamlaması bulmuşlar desek daha doğru olur. Sıfat tamlaması diyorum çünkü isim tamlaması mantığıyla değil, sıfat tamlaması mantığıyla baksaydınız konuyu çoktan çözebilirdiniz. Velev ki bu tamlamaları o ulu zatların arkasından yapanlar takmış olsa bile. “Burada bizi alakalandıran cihet Hinduizm’in riyazet, mücahede, ibadet ve marifet hakkındaki mezhepleri ile İslam mutasavvuflarının aynı meseleler üzerindeki benzerliklerinin araştırılması.” diyerek Hint kaynağı nazariyesinin tasavvuf üzerindeki etkilerinden bahsetmeye gayret ediyor ama garip bir şey var. Hint kaynağından tasavvufa aktarılmış olma ihtimali olan hiçbir şeye yer vermeyen Ömer Bey bu noktada riyazet, mücahede, ibadet ve marifet gibi yeryüzünde gelmiş olan gitmiş olan bütün dinlerin ki hepsi hakiki oldukça İslam Dini’dir. “İnnedina meana İslam” beyanatıyla buluruz bu hakikati. Ne yazık ki Ömer Bey burada kavramsal bir çıkarım hatası yapmış olur çünkü mücahede ve riyazet Hinduizm’de nefsi geliştirmek üzere, İslam da nefsi ezmek üzerinedir. “Profesör Massignon’a göre tasavvuf tarikatlarına daha sonraları” ne yazık ki Profesör Massignon’dan kendine bir çıkarım yapmış Ömer Bey. İşte kitapta frenin dönüş noktasına ulaştığımız yerdeyiz. “Zikrin girmesi bazı Hint tarikatlarının İslam tasavvufuna girmeye imkan bulduğuna delalet eder.” Etmez efendim çünkü Zikrullah Hazreti Adem Efendimiz’den bugüne dek vardır. Keşke bunu Profesör Massignon’dan almasaydınız. “Goldziher” ki bunlar büyük ihtimalle Alman felsefesi içerisinde var olan tasavvuf hakikatinin arayıcıları olarak birer mistisizm arayıcılarıdır. “Goldziher vaktiyle bir prens ve daha sonra taç ve tahtını feda ederek zahitlik yolunu tutmuş olduğu söylenen İbrahim Ethem hikayesinin tıpkı Buda hikayesi olduğunu, teşbih kullanmasının Buda mezhebinden İslam’a geldiğini iddia eder.” Ömer Bey, siz bir kitap yazmışsınız. Sizden önce de Heredot yazmıştır. Ve biz de şimdi sizi Heredot’a benzetebiliyorsak sizden de bu benzetmeyi beklemek normal olurdu. Efendim “O’Leary’ye göre tasavvufi fenanın Hintçe bir mukabili bulunduğunu; fakat bunun Buda mezhebinde değil, fakat Veda’daki vahdedi vücudda bulunduğunu anlatır.” Yine bu anlatım içerisinde kendi düşünce biçimine birer örnek arayışına girmişler. Efendim bu arayışlar gittikçe artacak şimdi. İşin komik tarafı şu, paragraflara başlayan Ömer Bey başta hakikaten tasavvufun içine girmiş bu unsurların varlığını tam delillendirecekken delillendiremiyor. Sonda da abuk bir cümle bulunması beklerken bizler, bu sefer tasavvufa da bir göz kırpıveriyor ki kitabı okuduğunuz müddetçe bu şaşkınlığınız gidip gidip geliyor. Bu da trenin dönerken sağa sola sallanması gibi bir şey olsa gerek. “İslam malzemesiyle ve İslam tuğlalarıyla örülmüştür. Bu tuğlalardan bir kısmı Hint rengi, bir kısmı İran rengi, Yunan rengi yahut Hristiyan rengi almış olabilir.” diyen Ömer Bey tsavvufa bu unsurlar girip bu rengi çeşitlendirmiş olabilir diyor. Fakat diyor “tuğlanın kendisi halis muhlis İslam yapısıdır ve biz burada Hint renginin mahiyetini izah ettiğimiz gibi daha sonraki bahislerimizde diğer renklerin de mahiyetini belirtmeye çalışacağız.” Ömer Bey’e söylemek gereken şey şu; İslam Dini’nde tasavvufa ait yeni bir duvar örmemiştir. Mevcut olan duvarın gölgesinde hak ve hakikat beyanatının mücadelesindedir. Öyleyse burada farklı renkler görseler elbette ki Hakikat Erbabı gelip onları yıkıp perişan eylemiştir. Tarih boyunca İslam tasavvufunda fakihlerde görüldüğü gibi nerede görüyoruz biz bunu? Haricilerde, Razilerde. Mutezile diye bir mezhep görüyoruz. Yani siz bırakınız tarikatı, tasavvufu bir kenara İslam Dini’nde İmam Şafi, İmamı Hanefi Hazretleri’nin, İmam Maliki, İmam Hanbeli Hazretlerinin muhteşem ve devasa ilmi dururken İmam Eşari ve Maturudi’nin karşısında Mutezile gibi bir inancı ve fikri hem yaymış hem de devlet eliyle böyle olması gerekmiş denilen bir dönemi de yaşadı İslam Dünyası. Ama dikkat. Mutezile’yi yıktı geçti İslam alimleri. Bu yüzden sadece tasavvufla değil her alanda dışarıdan gelen şeyler oldu mu? Oldu. Olduğunda süre karışan şeyi hemen temizledi mi alimlerimiz? Elbette. Onunla beraber heder olanlar kimlerdi? Menfaatperestler elbette. “İran’lı büyük mutasavvufların İslam’ın umumiyetle ruh hayatında silinmez bir iz bıraktıkları ve bilhassa tasavvufun gelişerek bir ilim şeklinde belirtilmesi hususunda unutulmaz bir hizmet başardıkları şüphe götürmez.” diyor. Hicretin 200 veya 201 senesinde ölen Marufu Kerhi Hazretleri Hicret’in 261 yılında vefat eden Beyazıtı Bistami gibi şahsiyetler bunlar arasında da” diyerek büyük bir hataya daha imza atıyor. Çünkü onlar İran’da yetişmiş değillerdir. “Şüphe götürmez bir hakikat” diyor. Bakalım neymiş. “eski Farsın birtakım görüş ve duyuşlarıyla İslam tasavvufunun esasları arasında dikkate değer benzerlikler bulunduğudur. Çünkü İslam zahitliğiyle Mani dinindeki ruhbaniyet birbirine benzer. Yine İslam zahitliğindeki kanaatkarlık ve hayvan kesmekten korunmak Mezdek mezhebine benzer.” Ömer Bey keşke yaşasaydınız, ben de size bizim kiliselerde üstünü örten rahibelerden bahsederken onlar da bizim Müslümanlar da onlardan almış deseydim acaba ve haşa sizin cevabınız ne olabilirdi? “Tasavvufun Hakikati Muhammediye hakkındaki telakkisi ve Hakikati Muhammedi’nin Allah tarafından her şeyden önce yaratılmış olduğuna, ulvi, süfli bütün ayrılıkların ondan dallanmış olduğuna inanmaları; Zendevesta namındaki Zerdüşt kitabında hayır ilahı sayılan Hürmüz’ün kainatı, ruhi ve maddi varlıklarıyla doğrudan doğruya yaratmayarak belki ilahi kelime sayesinde yaratmış olduğuna dair ileri sürülen mütalaayı andırır.” diyerek Nuru Muhammedi’yi bugün de reddeden ancak fiziken ve dinen ispat ve delilleri Tevhid Ocağı’nın Aşk sayısında yapılmış olan unsuru o günkü mealci zihniyetiyle Ömer Bey ortaya koyuyor. Efendim devam edelim bakalım. Şöyle buyuruyor Ömer Bey: “Doğru olmayan bir şey varsa bunlara bakarak Müslümanlar arasında zahidlerin zühdünü, abitlerin ibadetini, mutasavvufların tasavvufunu ve bunları riyazet, mücahede, zevk, vecd ve müşahede hakkındaki telakkilerini Müslümanların Hristiyanlardan ve hususiyle rahiplerden iktibas ederek yaşattıklarını sanmaktadır.” Evet, ama o sanrının içerisine siz de düşmüşsünüz. Farkında değil misiniz? Farkında olduğunuz o kadar açık ki kitabın sonunda bunu delillendireceğiz. Bilmeden yapmamışsınız. “Hakikati Muhammediye’ye fakat bu Hristiyani unsurlarla benzerleri Müslümanların Hristiyanlarla karışmalarından, onlarla itikatlar üzerine münakaşa etmeye başlamalarından sonra belirmiş ve bu yüzden İslam muhiti içinde yayılma imkanını bulmuş, mutasavvufların sözlerine ve Aşkı İlahiye’ye ait nazariyeleri karışmıştır. Bunu gayet doğal görmek, tabi görmek icab eder.” diyor. İşte burada garip bir şey var. Tasavvuf metodları, doktrinleri, felsefi mahiyeti alan temayülleri bulunan bir ilim olarak gelişmesinden sonra Hristiyanlık telakki ve itikatlarıyla, bu itikatların Müslümanlarla Hristiyanlar arasında vuku bulan münakaşalarıyla dolan muhitin tesirlerinden uzak kalmasına imkan bulunamazdı.” diyor. Acıklı olan Hristiyan’a kendimizi yedirmiş olduğumuzu kabullendirmeye gayret etmiş Ömer Bey. “Elhasıl” diyor, “tasavvufun esas itibariyle menşeinin İslam olduğu şüphe götürmez.” Yani bu kadar lekeledikten sonra mı bu cümle? Çünkü şunu yapmaya çalışıyor; sevgili gençler diyor Peygamber’in yaşadığı gibi yaşarsanız onun adı zaten tasavvuftur. Sizin başka bir şeye ihtiyacınız yok. O saydığınız tasavvuf büyükleri de Peygamber gibi yaşamalarını üzerinden yürümüşlerdir. Ondan büyüklerdir. Amenna, ancak her birisi mürebbiyle yürümüştür Ömer Bey. Sizin gibi mürebbisiz olunca insan atlı karınca, elinde bir sürü kitap, defter yol boyunda zanneder adam kendini. Efendim devam. “İslam filozofları Aristo’nun tesiri altında ne kadar kaldılarsa” eh Ömer Bey siz de bunları söylerken ne kadar ayıksanız artık. “İslam mutasavvufları da Eflatun’un ve Platon’un tesiri altında o derece kalmışlar.” Mış mış mış. “Ve her taraf Yunan’ın bıraktığı bu mirasa el uzatarak mezheplerini besleyecek ve iddialarını doğrulayacak destekleri aramıştı.” Biz hep sonuç arıyoruz. Var mı gerçekten böyle bir şey? Hayır bunlar sadece Ömer Bey’in fikirleri. Kitapta hiçbir net açıklama ne yazık ki yok. Mesela, şehristaniden bahsediyor. Diyor ki, “Plotinus’tan bahsettiği sırada onun hakkında Yunanlı Şeyh der.” Bunun anlamı onun Tasavvuf Erbabı olduğu için değildir Ömer Bey. Yunanlıların arasında efdal kabul edilmiş, sözü, kelamı, beyanı doğruluk üzerine olan Müslüman olsa ne güzel olur demek anlamına gelir Ömer Bey. Bunu hakikaten iyi bilirken, bu cümleyi böyle devşirmeniz tarihin bir aşamasında atmış olduğunuz fitne tohumunun bugünlerde yeşerdiğini görmüş olsaydınız keşke. Aynı üzüntüyü bugün de hisseder miydiniz acaba? “İş bu kadarla da kalmamış. Bütün varlıkların tek varlık olan Allah’ın feyzine intikal ettiğine inanarak yeni eflatunculuk mezhebinin ruhuna varılmıştır.” Efendim Eflatunculuk mezhebinde madde gerçekten tanrı olarak kabul edilir. Hakikat, onun söylemi de İslam Dini’ndendir. Ancak Allah’ın feyzine intikal noktasında maddenin özünün yaratıcı tarafından yaratıldığına dair hürmet ve muhabbetin keskin bir dünyadan kurtularak hakiki bir hikmet telakkisiyle beyanatı ibadiyenin hakikatine ermekse işte bu tasavvuftur. Efendim devam. Buralarda çok acıklı hikayeler var Ömer Bey’in yazdığı. Mesela, “Nickolson’un teosofik tasavvufundan ve onun üzerindeki Yunan tesirinden önce son derece basit bir tarzda” hem de son derece basitmiş yani. “Hicretin 245 yılında vefat eden Zünnünu Mısri’de belirmiş olduğunu daha sonra hicretin altıncı asrında incelenerek, açıklanarak felsefi bir vaka halini aldığını anlarsak teosofik tasavvufun dan ancak çok sonra Yunan kaynaklardan destekler aradığını anlamış oluruz.” Eğer bir destek aramaya kalkacak olsaydı İslam Dini’nin mutasavvufları, hele ki Zünnünu Mısri gibi bir zat onun gezeceği coğrafya Osmanlı coğrafyası olabilir miydi Ömer Bey? Siz zannımca Osmanlı’nın uzun bir dönem tasavvufa göstermiş olduğu ehemmiyeti kaldıramamış olacaksınız. “Hasan Basri’nin mezhebi” diyecek kadar bir garabet var. Biraz doğruluk payı olsa da. “İle Haricilerin mezhebi arasında büyük bir benzerlik var.” der Ömer Bey. Bir zokayı atar. Şimdi devam. “Fakat diyor bu benzerlik iki tarafın bütün itikatlarına şamil değildir.” E peki ne şamil değilse aynı değildir yani bir Harici Allahu Zülcelal vardır ve birdir derse Hasanı Basri Hazretleri de doğal olarak ve olması gerektiği gibi Allahu Zülcelal vardır ve birdir derse bunlar itikadi konularda benzerliğe mi sahip olmuş olurlar? Ömer Bey’in bu kadar ciddi hatalar yapabilecek bir yazar olduğunu Sebülül Reşad’ta yazması onun da bize pohpohlanarak anlatılması hususundan bakınca çok da mantıklı gelmedi sevgili gençler. Efendim şimdi geçtik gavur kısmını tabiri caizse. Geldik mutasavvufları anlatacak şimdi bizlere. “Hicretin birinci ve ikinci asırlarında kendini belirtmiş ve sonra zahidler ve abitler İslam Alemi’nin her tarafında yayılmaya başlamışlar. Fakat bunları toplayan bir düzen veya birleştiren bir teşekkül vücuda gelmemişti.” Sen tarihten baya uzak bir cümle bu. Zira zahidler, Şeyhler, mürşidler bugünkü devirden değerlendirmeyin. Onlar birer okullar ve hala hakiki olanları böyle. Bütün okulların birbirleriyle olan doğal ilişkileri gibi yazıştılar, kitaplar yazdılar, karşılıklı mektuplaştılar. Bugün elimizdeler ve okuyoruz. “Tasavvuf İslam milletinde sonradan peyda olan şer’i ilimlerin biridir.” diyor. “Esası, ashap ve tabiun ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete uyanan halleridir.” Şimdi güzel bir şey mi söyledi çirkin bir şey mi söyledi? Hani bazı filmlerde diyor ya adam ne dedi bu küfür mü etti bir şey dedi ama filan diyor ya işte tam da öyle bir kitap. Efendim diyor “Temeli ibadetle meşgul olmak, kendini Allah’a vermek, dünya alayişlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, herkesin dadandığı mal ve menalden el etek çekmek, halktan ayrılarak ve halvete çekilerek ibadete dalmaktır.” E Sahabe böyleydi. Şimdi bu nasıl sonradan şer’i ilimlerden biri oldu beyefendi. İlginç. Hakikaten bu kafa da iyiymiş. Efendim biraz daha devam edelim. Şimdi burada garip bir alan var. Orayı göstermekti niyetim. Bu alanlarda çünkü aynı şeyi tekrar ediyor Ömer Bey. Mesela Yahya Bin Muaz Hazretlerinden bahsediyor diyor ki, “Tasavvufa ilmi bir renk veren mutasavvuflardan olmakla beraber” ya kahvedeki arkadaşını anlatıyor Ömer Bey. Bildiğiniz klasik bir yazar. Yahya Bin Muaz Hazretlerinden bahsederken bu cümleyi kuruyor. Diyor ki “ilk zahitler tarafından tutulan yolun tesiri altındaydı. Nitekim bazı sözleri buna delalet etmektedir.” Şimdi tartıya koyuyor Yahya Bin Muaz Hazretlerini, diyor ki “zahitlik üç şeydir; illet, halvet ve açlık.” Bu Yahya Bin Muaz Hazretleri sözü. Cenabı Hak şefaatlerine nail eylesin inşallah. Hicretin birinci ve ikinci asırlarında zuhur eden zahitlerin, nasiklerin ve fakirlerin yolu buydu. Gerçi Beyazıtla Yahya Bin Muaz kendini faniliğe vererek muhabbet şarabıyla sarhoş yaşamaya ve en büyük değeri vermişlerdi. Fakat 297’de vefat eden Ebul Kasım Cüneyt Hazretleri” Cüneydi Bağdadi Hazretlerinden bahsediyor, “ayıklığı sarhoşluğa tercih ediyordu.” Birinci madde şu Ömer Bey, bahsettiğiniz isimlerin tamamı birbirleriyle şecere itibariyle yakın ilişkide büyük mutasavvuflarımız. Aynı zamanda bu zatlar muhabbet şarabıyla sarhoş yaşamamışlardır. Bunlardan bahsettikleri demler onların vecd ile Rablerine en yakın kendilerini hissettikleri anda söylemiş oldukları sözlerdir. Halbuki Hasanı Basri Hazretlerinin kader konusundaki risalesi olmasaydı eğer siz bugün kendinizde bile olmazdınız. Ki okumadığınız ne açık. Pek kendinizde görünmüyorsunuz. Hani siz hangi kafayla yazdınız derler bir adama. Efendim sonra diyor ki “fukahayla mutasavvuflar arasında savaş başladı.” O savaşı da şöyle anlatıyor; “Fakihler mutasavvufların niyeti amelden üstün. Sünneti farzdan hayırlı. İtaati ibadetten efdal tutmalarını sapıklık sayarak onlara yüklenmişlerdi.” Varsa böyle bir şey sayan, niye koymadınız kitabınıza? Keşke koysaydınız. Biz de deseydik ki kimmiş sünneti farzdan üstün gören? Kimmiş niyeti amelden üstün tutan? Gerçi o konuda biraz eksiksiniz çünkü ameller niyetlere göredir Hadisini alıp da bununla ilgili yapılan şerhleri görseydiniz konuyu biraz daha iyi anlayabilirdiniz. Burada şimdi acayip cümleler var. Tren artık raydan çıktı. Eh benim cümlelerimin de artık çok düzgün bir şey beklemezsiniz. “Hallac’ın dinleri birleştirmek ve dinlerin aynı hakikati ifade eden muhtelif isimleri aynı gökten serpilen dallar oldukları nazariyesinin hulasası şudur.” Bu nazariye Hallac’tan getir, ben ondan sonra konuşayım derdim ama sen de ölüp gitmişsin Ömer Bey. Gerçi fikirlerin ne yazık ki ehli fitnenin dilinde yaşamaya devam ediyor. Ne demişler, şeytanın dili tatlı olurmuş. “Fakat üçüncü asrın son yarında ve mahiyetinden bahsettiğimiz ve Hallac’ın başına gelenlerle kazandığı ve mahiyetini belirttiğimiz isyanı Muhyiddin’in yazıları yüzünden” Muhyiddin İbni Arai Hazretlerinden bahsetmeye çalışıyor, “büsbütün alevlenmiş ve şiddetlenmişti. Bunun sebebi onun vahdeti vücut üzerindeki mezhebiydi. Bu mezhebin İslam esaslarına uymayan neticeleriydi.” Ben aslında bugünlerdeki bir tane ahmak olduğunu cümlelerini duyar ve dinler gibiyim ama acaba bir akrabalık mı var? “Zeki temeller üzerine kurulan ve birçok felsefi görüşü ihtiva eden fakat fakihleri kızdırarak aleyhinde ulu orta yürümelerine sebep olan mezhep vahdeti vücuttur.” demiş. Ancak bu bir mezhep olmadığı gibi bu görüş üzerinde ayrı bir ders yaparız inşallah. Hah şimdi patlattı bombayı. Dayanamaz bunlar. Ahmakoğulları bir, bunlar iki. Hepsi birbiriyle kardeş Dalton ailesi gibi. Tak geldi şimdi. “İbni Teymiye tasavvuf esaslarına karşı var kuvvetiyle karşı koymuş ve bu esasların makule de mekule de muhalif olduğuna dair müteaddid eserler ve risaleler yazmış, bilhassa hulul, ittihat ve vahdeti vücud itikadlarına karşı en şiddetli savaşı açmış.” diyerek artık hangi raydan çıkıp hangi istasyona gittiğini de anlattı bize. “İbni Teymiye” diyor “mutasavvuflardan Muhyiddin İbni Arabi’nin Sadreddin el-Konevi’nin, İbni el-Farıd’in, İbn Sebin’in, Amir Busifi’nin, Necmuddin bin İsrail’in ve Afifuddin Tilimsani’nin vahdedi vücuda mutekid olduklarını söyleyerek bunun İslamiyet’e, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa uymayan aynı zamanda makule de menkule de muhalif olan ili batıl esasa dayandığını anlatır.” Anlatır da kim dinler Ömer Bey? Hakikati bilip de İbni Teymiye’nin peşinden giden ahmak olmaktan öteye nereye varmıştır? Bak garip bir şey şimdi. Kitabın sonuna gelirken çok garip bir yol izliyor ve diyor ki son dönemin diyor sizlere şeylerini anlatayım. Tasavvufçularını anlatayım diyor. Diyor ki “altıncı ve yedinci asırda tasavvufi tarikatlar” Bakın hicretten yedinci aşıra kadar tarikat anlattı. İçinde bir tane hayırlı cümlemiz yok. Baştan böyle bir güzel hoop döndük. Şimdi diyor ki “Burada” diyor “ancak tasavvufun o sıralarda almış olduğu ameli, mahiyeti belirtmek bu tarikatların bir kısmından bahsedeceğim.” Kadirilikte Abdülkadir Geylani Hazretlerini ha bu kadar anlatıyor. Yani tasavvuf tarihinin en özlü ifadesini bu kadar almış ve o da şunu demiş bakın garip bir şekilde: “Yazdığı eserlerin hepsi ilahiyattaki derin vukufunu belirtmekten öte; öz yürekli, samimi ve heyecanlı bir vaiz olduğunu da göstermektedir.” Bu şeye benzedi, senin kayınpederinin safahatına benzedi ama neyse. “Mesnedi, Kuran ile hadis ve büyük Velilerdir. Ehli Sünnet’ten olduğu zerre kadar şüphe götürmez. Vaazları bu yolda İslam edebiyatının en güzide örnekleri arasındadır da.” E neden tasavvuf tarihini insanların kendi eklemeleriyle bu hale geldiğini anlattın bu saate kadar? Ahmet Er Rufai Hazretlerinden bahseder. Onun yaşadığı kerametle inceden dalga geçer. Sühreverdilik, Şazaliye, Yeseviyye, Bedeviyyelik. Bak bunları niye sayıyorum biliyor musunuz? Mevlevilik. Bakın bunların hepsinden bahsetti değil mi? Altındı yedinci asırda bunlardan bahsetti. Tamam. Yedinci asırdan sonra tasavvufa geldi. Orada da birkaç tanesi yok. Bu kadar. Bakın farkında mısınız bilmiyorum bir tanesinden bahsetmedi. Onu da siz bulun. Ben son cümleyi bitireceğim. “Çünkü” diyor “bu sayede maddenin tuğyanına karşı gelmek ve Kıyamet ölçülerini değiştirmek hayatın doğru ve güzel olarak verdiği hakikatleri daha iyi yaşamak mümkündür.” Keşke senin bu fikirlerin olmasaydı, o zaman her şeyi daha güzel yaşaması genç kardeşlerimizin. Şimdi bunları anlatmak yerine biz bir sürü merhaleyi geçmiş, bir sürü uğraşlar veriyor olurduk. Yani millet gitti uzaya, biz hala uğraşıyoruz ne yazık ki sizinle. Ama geçti, geçiyor, geçecek Allah’ın izniyle. youtu.be/3PXl-0z5_Jg
İslâmiyetin Geliştirdiği Tasavvuf
İslâmiyetin Geliştirdiği TasavvufÖmer Rıza Doğrul · Kapı Yayınları · 20206 okunma
··
592 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.