Gönderi

310 syf.
·
Puan vermedi
·
4 günde okudu
Dublinliler'in bir çok öyküsünde James Joyce'un ilgi çekici, neredeyse berrak bir ışıkla gördüğümüz memleketlisi, insanları yüz yıl öncesinden gelip sayfalarımıza düşüyor. Kötü türkçenin bile zedeleyemediği-ama zayıf bir odaklanmanın anlamayı güçleştirdiği o hisle- çünkü ahmet abinin nasıl öldüğünü düşündükçe- salonda- kan içinde-ve ayrıca bir iki hikâyeyi yarıda bırakıp bir diğerine geçtiğimde- gördüğüm şey, benim için yeterliydi: Kitabın son öyküsü "Ölüler" zaten çocukluğumdan kalma bir hatıra. Bir kaç hafta önce bu hikâyeyi sevmeme neden olan filmi, John Huston'ın ölmeden önce çektiği son film- ayrıca filmin sonunu çekemeden ölmüştü- ve kızı tamamlamıştı filmi- Ölüler'i bir kez daha izledim. Gabriel'i yeniden gördüm- zaten o edebiyat tarihimin hiç kopmadığım karakterlerinden de biri. Ben biraz Gabriel'im, biraz Gusev, biraz Âdli ve biraz da Zeze (ama o azıcık). Dublinliler'de bazı karakterler Gabriel'den bile daha canlı aslında. Örneğin Maria. Küçük Chandler. Farrington. Nasıl da gerçekler, her biri. Sanki yazar onlara bakarak yazmış hepsini hikâyesini. Gabriel'in irlanda'nın her bir yanına yağan karlara bakarak michael furey'yi, gretta'yı düşünerek hepimizin birer gölgeye dönüştüğünü düşündüğü o satırlar seneler boyunca, ne zaman kitapçılarda Dublinliler kitabını ele alsam, ilk baktığım şey olmuştu. Yani son sayfa. Acaba o son o paragraf nasıl çevrilmişti türkçeye? Filmde yaşadığım o hissi verebilmişler miydi? “Dublinliler” ve “Ölüler”, bu sefer Seda Özdil'in çevirisiyle şu sayfayla bitiyor: "Odanın havası omuzlarını ürpertti. Dikkatle örtülerin altına girip karısının yanına uzandı. Birer birer hepsi gölge oluyordu. Cesurca, bir tutkunun mutlak zaferiyle, öbür dünyaya geçmek, yaşlanarak solup çürümekten daha iyiydi. Yanında yatan karısının, sevgilisinin ona yaşamak istemediğini söylediği andaki gözlerinin ifadesini nasıl bunca yıl kalbinde kilitli kaldığını düşündü. Bolca gözyaşı doldurdu Gabriel'in gözlerini. Daha önce hiç bir kadına karşı kendini böyle hissetmemişti, ama bu duygunun aşk olması gerektiğini biliyordu. Gözyaşları daha da kesif şekilde yerleşti gözlerine ve yarı karanlıkta sular damlayan bir ağacın altında duran genç bir adamın siluetini görür gibi oldu. Başka siluetler de yakınındaydı. Ruhu, yığınlarla ölüye ev sahipliği yapan o diyara yaklaşmıştı artık. Onların ele avuca gelmez, bir yanıp bir sönen varoluşlarının, anlamlandıramasa da, bilincindeydi. Kendi kimliği gri, elle tutulmaz bir dünyaya doğru solup gidiyordu: bu somut dünya, bu ölülerin bir zamanlar kurduğu ve yaşadığı dünya ufalanıyor ve gitgide eriyordu. Belli belirsiz birkaç tıpırtı onu pencereye bakmaya itti. Kar yeniden başlamıştı. Lâmba ışığında düşen gümüş renkli ve karanlık kar tanelerini uykulu uykulu seyretti. Batıya yolculuğunun vakti gelmişti. Evet, gazeteler haklıydı: Kar bütün İrlanda'yı kaplamıştı. Karanlık ana ovanın her yerine yağıyordu: ağaçsız tepelere, Allen bataklığına ve daha batıya, yumuşacık yağıyordu; Michael Furey'nin gömüldüğü tepedeki kimsesiz kilisenin her bir karışına da yağıyordu. Kar, eğri büğrü haçların ve mezar taşlarının, küçük giriş kapısının sivri parmaklarının, sivri dikenlerin üzerine kalın bir örtü gibi serilmişti. Ruhu yavaşça bayılır gibi oldu, karın kendinden geçmişcesine kâinatın derinliklerinden yağdığını duyunca, ve kendi nihâi sonlarının çöküşü gibi hissedince üzerine… tüm yaşayanların ve ölülerin." Ölüm teması, Dublinler'in açılış öyküsünde, ve arada kitap sonuna dek karşımıza çıkıyor. Özellikle "Acı Bir Olay" adlı öyküde ölüm ve ölümün hatırlattığı bütün pişmanlıklar ve yalnızlık duygusu, Gabriel'in hakikatin farkına vardığı veya onun süssüz, sade varlığına kendini teslim ettiği "Ölüler"de iyice öne çıkarak kitabı bu duyguyla, yani kaçınılmaz hakikatin kendisiyle sona erdiriyor. Dublinliler için çok çok etkileyici bir kitap diyemem, ancak bir çok öyküde yazarın yarattığı insanların, karakterlerin insanın edebi hatıralarına dönüşebilecek kadar belirgin çizgilerle anlatıldığını söyleyebilirim ki bu benim için çok önemli. Ancak Ölüler’e olan sevgim öyle fazlaydı ki defalarca okumuş, filmi defalarca izlemiş, ve dünya ergeni, tecrübesiz bir insan olarak edebiyata bir de Ölüler’le adım atmıştım. Filmi birkaç hafta önce tekrar seyrederken filmin bir çok oyuncusunun öldüğünü öğrendim. Gabriel’i oynayan Donal McCann de ölmüştü, hem de çok erken bir yaşta. Kitabın tamamına yayılmış eksiklik, aksaklık, yarım kalmışlık, başarısızlık duygusu, her ne kadar bir iki tam tersi duygunun baskın olduğu karaktere de rastlasak Dublinliler’in yoğun baskın duygularından biri. Gabriel’se bu hissiyatın zirveye çıktığı ve orada zamandan kaçamayacağımızın ikrarı ve bu hissin bize verdiği yorgunluk hissiyle boyun eğdiğimiz, ve üzerimizi kainatın her yerine yağan karların örttüğü bir son duygusu veriyor bize. Bitiyor, bitiyor zamanımız. Ve bizler yavaş yavaş, birer birer gölgelere dönüşüyoruz. Aynen Michael Furey gibi. Julia teyze gibi. Gabriel gibi. Ahmet abi, Sefer, Selçuk, Melek gibi. Nicesi gibi. Hepimiz. Dublinliler’i, ve Ölüler’i hepimize öneriyorum. *(John Huston’ın güzel veda filmini izlemek isterseniz: tamfilmizle.com/filmizle/oluler... ) *Ölüler'i ayrı bir kitap olarak bastıklarında ve ben de dayanamayıp okuduğumda- son sayfa, son paragraf merakıyla, ve elbette özlediğimden...şu yazıyı yazmıştım: #13740650 )
Dublinliler
DublinlilerJames Joyce · Alfa Yayınları · 20162,196 okunma
·
96 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.