Kamusal ve özel arasındaki hassas denge, siyaset kuramı tarafından durmadan yeniden formüle edilmektedir. Rousseau mutlak bir şeffaflığı düşlüyordu: "Doğum yerimi seçebilseydim, tüm bireyler birbirini tanıdığı için ne günahın karanlık manevralarının, ne de erdemin tevazusunun kamunun bakışlarından ve yargısından kaçamayacağı bir devleti seçerdim." Tocqueville ise tam tersine bireyciliğin avantajlarını vurguluyor; 1850'de "yakın zamanda çıkmış bir ifade" diye nitelediği bireyciliği daha çok toplumculluğun eşdeğeri olarak tanımlıyordu: "Bireycilik her yurttaşa hemcinslerinin oluşturduğu kitleden ayrılma, ailesi ve dostlarıyla birlikte biraz uzağa çekilme olanağı tanıyan dingin bir duygudur; öyle ki, kendisine ait küçük bir toplumu bu şekilde kurduktan sonra, büyük toplumu seve seve kendi haline bırakır." 20. yüzyılın başında Leon Bourgeois "dayanışmacılığı" durmadan yeni alanlar fetheden bireyin haklarıyla, organik bir parçası olduğu, ondan önce de var olan topluma karşı yükümlülüklerini -"borcu"- uzlaştırma aracı olarak görür. Bu bağ, hem totaliter çözümleri hem de "bırakınız yapsınlar"ı dışlayan ve devletin giderek artan müdahalesinin haklı gerekçesini oluşturan "toplumsal hak" kavramının temelidir. 19. yüzyıl, bu sınırı baba evindeki hükümran aileye bağlayarak istikrarı sağlama yönünde umutsuz bir çaba içine girmişti. Ama sınır tespit edilmiş gibi göründüğü anda, çok sayıda etkinin ve gözle görülmez kemirmelerin sonucunda hareket edip yer değiştirir. Bu açıdan 20. yüzyılın başlangıcı başka bir modernite taslağı oluşturur. Pazarın genişlemesi, üretimin artması, tekniklerdeki patlama, tüketim ve alışveriş hacminde artan bir yeğinlik sağlar. Reklam afişleri istekleri uyanr. İletişim hareketliliği körükler. Tren, bisiklet, otomobil, kişilerin ve malların dolaşımını teşvik eder. Kartpostallar ve telefonlar haberi bireyselleştirir. Modaların kılcal damarlara dek yayılma yeteneği, dış görünümleri çeşitlendirir. Fotoğraf benlik imgesini çoğaltır. işaretler, kimi zaman dekordaki hareketsizliği gizleyen havai fişekler gibi ortalığa saçılmaktadır. Zaman ve uzam sınırlamalarından biraz daha özgürleşmiş bireyler, açık olduğu yanılsamasına kapıldıkları ihtiras yollarında yazgıtarını serbestçe belirleme özlemini duyarlar. Benlik endişesi, daha bakımlı ve sinirsel karmaşası içinde daha iyi bilinen bir beden kaygısı, dipsiz uçurumları sezilmeye başlanan bir psişizm, üreme eyleminden, hatta evlilikten ve heteroseksüel inançlardan azat edilmiş bir cinsellik kaygısı gerek yeni estetiğin, gerekse felsefi sorgulamaların odak noktasına yerleşir. Bireycilikteki bu tırmanma, toplumun, özellikle de kent lerdeki bütün katmanlarını şu veya bu ölçüde etkiler. Örneğin işçi dünyası, tam da fabrika disiplininin güçlendiği bir anda, çalışma dışı zamana değer yükler ve kendine ait bir uzam tale bini dile getirir. Sınıf bilincinin ifade edilmesi, bu sınıftan çıkma isteğiyle çelişmemektedir. Atadan kalma kaderciliğe uzun süre bağlı kalmış kırsal nüfus bile kültürel aracılık rolünü üstlenen göçmenlerden virüsü kapıp, eski yaşama, sevme ve ölme biçimlerini her zaman kabul etmemeye başlamıştır. Ama özellikle üç kategori eski boyunduruğu sarsar: gençler, kadınlar, entelektüel ve sanatsal öncüler. Evrim'de (1908) Martin du Gard'ın ikizine devrettiği özlemler, "istemek, gerçekleştirmek, yaşamak"tır. Yeni mesleklerin ve özgürlüklerin kapısını açan kadınlar, çalışma, yolculuk etme, sevme haklarını daha güçlü bir biçimde talep etmektedir. 19. yüzyılda çok daha dağınık özlemierin toplu ifadesi olan ve genellikle iktidarın çatlaklarından sızıp, bir görünüp bir kaybolan feminizm o zaman sabit bir harekete dönüşür; gazeteler (La Fronde gibi), gruplar ve kongreler aracılığıyla medeni ve siyasi haklarda eşitlik isterken ikili bir kanıt kümesine dayanır: bir yandan kadınların toplumsal rolü ve annelik rolü; diğer yandan da doğal haklar mantığı. Eğer kadınlar bireyse, niye onlara reşit olmamış insanlar gibi davranılacaktır? Erkek-kadın arasındaki ilişkiyi farklı bir biçimde yaşamak isteyen çok sayıda adamın kimi zaman çeşitli anlamlara çekilebilecek biçimde övdüğü "yeni kadın", geniş ölçüde Avrupalı bir simadır. Aslında tamamlanmaktan çok başlatılmış bu değişimler, can çekişmesi bir türlü sona ermeyen Eski Rejim'in harabelerine mevzilenmiş (Amo Mayer), ama gerekçelerini ve stratejilerini de yenilemiş müthiş dini, ahlaki ve siyasi direnişlerle de karşılaşır her yerde. Gençlik hareketleri (izcilik) özgürleşen ergenliği belli bir çerçeveye sokmaya çalışır. Binlerce yıllık rol dağılımındaki altüstlükle göğüs göğüse gelen erkek kimliğindeki bunalımın dışavurmuş olan, şiddetli bir anti-feminizm, ulusların gerilemesine zemin hazırlayan ahlak çöküntüsünden kadınlan sorumlu tutar. Her türden ahlak birlikleri, sarmaş dolaş çiftleri ve öpüşmeleri yasaklayarak sokağa ahlak kazandırmayı amaçlar ve Eros'un cehenneminin baskın çıktığı bir imgelemin anahtarı olan kötü kitaplara saldırırlar. Barres'nin düşüncelerindeki dönüşüm bu açıdan tam bir belirti niteliğindedir. Bir zamanlar benlik kültünü öven Barres, şimdi benliğin köklerini toprak ve ölüler kültüne bağlamaktadır. Bütün Avrupa'da yüzyıl başında hatırı sayılır bir güç kazanan devletler, kalabalıkların psikolojisini etkileme ve bu psikolojiyi kullanarak davranma iddiası taşımakta, ulusların savunulması adına kamuoylarına el koymakta ve kolektif değerlerin üstünlüğünü ilan etmektedirler. 1909'un Fütürist Manifesto'su şunu beyan eder: "Müzeleri, kitaplıkları yıkmak; ahlakçılığı, feminizmi yenmek istiyoruz [... ]. Dünyanın sağlığını korumanın tek yolu olan savaşı yüceltmek istiyoruz." Evet, savaş. "Savaş ilanı", herkese ve her bireye kamusal alanın önceliğini, özel hayatın sınırlarını, onun tabii ve göreli niteliğini hatırlatır. Tenefüsün sona erdiğini bildiren zil çalar. Savaş ilanı, güçlenmiş bir devletin yardımı ve etkili teknikerin desteğiyle görev başına çağrılan gençliğin enerjilerini seferber eder, her cinsiyeti kendi yerine, her bireyi yurttaş konumuna oturtur. Aslında hiçbir zaman hiçbir şey özel hayatı kesintiye uğratamasa ve bu yaşamın yollan birçok açıdan çağalmış olsa da, özellikle doğrudan ulusal görev çizgisinde yer almadığı durumlarda saklanması, gizlenmesi, daha örtülü bir hale ginnesi gerekir. Savaşın neleri durdurduğunu, yasakladığını, değiştirdi ğini, nelere yol açtığını tarihin devamı söyleyecektir. Yine de savaş başlamadan önce yavaş yavaş biçimlenen yeni ilişkiler sistemini unutmayalım. Herkesin kısa süreceğini söylediği bir savaşa gitmek için görünüşte neşeyle trene binen bu gençler neler düşünüyor? Henüz gaddarlığını bilmedikleri bir barbut masasına fırlatıp atılan bu çocuklar neler düşünüyor? Hepsi kendilerini aşan zorunlu bir vatanseverlik ifadesine bürünmüş, mendil sallayan bu genç veya biraz daha geçkince kadınlar neler düşünüyor? Hangi ilişkiler, hangi aşklar kopup gidiyor? Sunulan veya yok olan umutlar neler? Nasıl bir geçmiş ve nasıl bir gelecek? Benzer ve farklı sıradan yaşamlar, şu fotoğrafta tarihin çarkına takılıp sürüklenen tek bir beden içinde buluşmuş ve iç içe geçmiş. Bir gar, bir tren: Yazgının modem figürleri.