Gönderi

407 syf.
·
Not rated
·
Liked
·
Read in 14 days
Şiir ve Hakikat
Hafıza, insanın yaşanmışlıklarını sakladığı kişisel deposudur. Bu yaşanmışlıkları geri çağırdığımızda yani hatırlamaya çalıştığımızda bize kimi zaman oyun oynayabilirler. Bazı ayrıntıları daha iyi hatırlarız, bazıları soluktur, bazı detaylar kaybolmuştur, bazen yılı bazen mevsimi karıştırırız, bazen olmayanı, olmuş gibi hatırlayabiliriz. Bu da zihnin unutmak istemesi, başka türlü hatırlamaya çalışmasıyla alakalı olabilir. Bu nedenle diyor ki Zweig, kimse hakikati, bütün halinde hatırlayamaz. Hafızanın bu üretken gücü sayesinde her otobiyografi yazan aslında kendi hayatının şiirini yazmıştır. Birbirinden alakasız üç isim; Casanova, Stendhal ve Tolstoy’un da ortak özellikleri otobiyografik eserler vermiş olmaları. Zweig bu isimleri, eserlerindeki ve hayatlarındaki basitlikten giriftliğe göre ele alıyor. Casanova’nın otobiyografisi saf otobiyografiyken, Stendhal’ın otobiyografisi, zamanın psikoloji çalışmalarını geride bırakacak derinliği olan psikolojik otobiyografi, Tolstoy’unki ise kendini acımasızca yargılayan ahlakçı bir otobiyografidir der Zweig. Bu üç ismi kendi perspektifine göre ele alan Zweig da kendince bir şiir yazmış. Not: Bu yazımın bazı kısımları bir inceleme niteliğindeyken bazı kısımları da ilgili yazarlarla alakalı özetin olduğu bir metin olarak kitabı kalıcı kılmaya çalışan notların bütünü olacaktır. Bu yüzden kapsamlı bir yazı oldu, keyifle okunması dileğiyle. CASANOVA Zweig’a göre Casanova; hak ettiğinden fazla değer gören ‘maceraperest bir şarlatan’. Edebi değeri daha yüksek eserlerin kütüphanelerde tozlandığı, daha kıymetli yazarların unutulduğu yerde onun biyografik öyküsü ve adı unutulmamış. Düşünürlerin, yaşamın tüm yanlarını ve zevklerini tanımak için yetenek ve arzuları olmasına rağmen, görevine bağlı olmak, işinin kölesi olmak, kendine yüklediği sorumluluklara boyun eğmek durumlarından dolayı bunu gerçekleştiremediklerini söylüyor Zweig. Eylem ve keyif düşkünü maceraperest insanınsa yaşanmışlık ve tecrübe edinme bakımından yazar ve düşünürlerden daha çok anlatacak şeyi vardır ancak çoğu bunları anlatmayı beceremez. Bu aynı zamanda Zweig’a göre çözülmez bir paradokstur. Casanova’nın sırrı da tam olarak burada ortaya çıkar. O, hem maceracı hayatın keyfini sürüp sefahati doyasıya yaşamış hem de bunları tüm açıklığıyla belli bir anlatım yeteneği seviyesinde sunmuştur. İyi bir zekâsı, derin bir hafızası olan bu maceraperest, ülke ülke gezmiş, kılıktan kılığa girmiş, her şeyden biraz öğrenip hiçbir şeyde derinleşmeden malumatfuruşluğuyla insanları kandırmış ve her seferinde kurduğu oyun tepesine yıkılmadan işin içinden sıyrılmış. Mala, mülke, makama ve bir yerlere, birilerine bağlı kalmaya küçümseyerek bakıp, sürekli olarak çabucak sıkılırken, Zweig’ın yorumuyla ‘her şey olabilecekken hiçbir şey olmayı tercih etmiş. Hiçbir şey ama özgür’. Ahlak, erdem, ilke, fikir, inanç gibi hiçbir öncülü olmayan, hazza, şehvete ve maceraya dayalı hızlı bir hayat yaşayan bu kurnaz sahtekârın ihtiyarlığıysa sefilcedir. Eril güce dayalı hayatı bitince kadınlar kendisini ciddiye almaz, sarayların kapısı yüzüne kapanır, eski şaşalı hayat sona ermiştir. Bir dönem biraz para kazanmak için casusluk bile yapar. Halk arasına karışıp laf dinler, entrikalar çevirir, dilenci hayatı yaşar ve sonrasında bazı şehirlerden kovulur. Yalnızlıkla geçen son demlerinde kendisine acıyan bir soylunun sağladığı şartlarda koca bir taş binada münzevi hayatı yaşar. Gençliğini hızlı yaşamış birisi olarak bu durağan hayat onun nefesini daraltır. O da nefes almak için hatırlamaya ve hatırladığını yazmaya koyulur. Ne kadar hatırlarsa o kadar Casanova olacaktır çünkü. Ne kadar hatırlarsa o kadar rahat nefes alacak, teselli bulacaktır. Zweig’ın belirttiğine göre, biyografik anlatısında altın çağları vardır, ihtiyarlığındaki o sefil zamanlarından bahsetmez. Bu da örselenmiş ihtiyar Casanova’nın, genç Casanova’nın değer gördüğü zamana tutunarak ayakta kalması, teselli bulmasıyla alakalı olsa gerek. Öldüğünde dahi bölge kilisesi tarafından adı ve yaşı yanlış kaydedilir. İhtiyarlığına doğru unutulmaya başlayan Casanova, iyice unutulur yani. Ta ki öldükten 22-23 yıl sonrasına kadar. Ciltlerce açık seçik doğrudan kaleme aldığı yaşamöyküsü, bir yayıncıya ulaşır. Elyazmaları incelendikten sonra basılır ve genç Casanova tekrardan ortaya çıkmış olur, artık ölümsüzdür. Bir deyim, bir söylem olarak bile unutulmayacak şekilde yayılmış, yaşamaktadır. Zweig, portresini sunduğu Casanova’yı metnin büyük bir çoğunluğunda gömerken, belki nesnel olmak kaygısı belki de hakkaniyetli görünmek için arada hafif, çoğunlukla da sonlara doğru biraz ayağa kaldırıyor. STENDHAL Stendhal, zihni sürekli yenilenen; yeninin çabuk eskidiği, eskinin çabuk silindiği bir hafızaya sahip. Bu nedenle sürekli kendisiyle alakalı her detayı kaydediyor. Kendisi dışında kalan detaylarsa bu sirkülasyonda unutulup gidiyorlar. Bu sirkülasyona kurban gitmekten midir yoksa Zweig’ın dediği gibi Stendhal gerçekten kandırmayı sevdiğinden midir bilinmez; Stendhal’ın kitaplarında verdiği detaylar gerçekle çelişiyor. Örneğin: Parma Manastırı’nın önsözünde, kitabı 1830 yılında Paris’ten 200 mil uzakta yazdığını söyler. Ancak kitabı 1839 yılında Paris’in göbeğinde yazmıştır. Hayatı ve yapıtlarında yazdığı bazı detaylar incelendiğinde bu tarz tutarsızlıklara rastlanmaktadır. Bunun zihnin-hayal dünyasının ona oyunlar oynaması dışında başka iki nedeni daha olabilir: Birincisi; Stendhal’ın kendi kişiliğini-karakterini geride kolayca okunup anlaşılır bir halde bırakmak istemeyişi, kendini saklamayı sevmesi. Oyun oynamayı seven Stendhal, kendisi hakkında iz sürecek olanlara dikkatli yürümeyi gerektiren hendekler hazırlamış oluyor bu ihtimalde. İkinci nedense; detayları olduğu gibi değil de olmasını istediği gibi vermekten zevk alması. Bunu, muzip bir kişiliğin geçmişi sürekli kendi fantezisine göre düzenlemesi ya da kandırmaktan hoşlanan birinin devamlı kandırması olarak düşünebiliriz. Örneğin: Bir otobiyografisinde şaşalı ifadelerle bazı savaşlara katıldığını anlatırken, güncesi aynı dönemde Paris’te rahat bir hayat içerisinde olduğunu söylemektedir. Daha bunun gibi pek çok tutarsızlığı Zweig, Stendhal’ın doğuştan gelen, blöf yapmaktan, insanları şaşırtmaktan, başka kılığa girmekten, kendini gizlemekten aldığı zevke yorar ve der ki: “Stendhal atıp-tutmaktan hoşlanır ve üstelik sebepsiz, gereksiz yere sırf ilginç olduğunu göstermek ve asıl kimliğini gizlemek amacıyla, meraklı birisi fazla yakınına yaklaşmasın diye yanıltmacaları ve takma isimleri parıldayan suni ipek gibi ustaca kişiliğinin etrafında döndürür.” Buna rağmen Stendhal’ın şaşırtan ve onu öne çıkaran özelliğiyse; gerektiğinde şaşırtıcı derecede tamamen gerçekçi olmayı da biliyor olması. Başkalarının kendisiyle alakalı farkına vardığında çabucak gizlemek, örtbas etmek isteyeceği gözlemleri-gerçekleri çekinmeden cesurca, yüksek sesle ve olduğu gibi anlatmıştır. Kendini büyük mercekler altında incelemiş, en çok da en kötü, en gizli duygularının peşinden gitmiş, bunları tespit ettiği, duyumsadığı şekliyle de herhangi bir gizleme-kesinti yapmadan ne var ne yok ortaya dökmüştür. Psikoanalizin daha o kadar gelişmediği yıllarda, birinin herhangi bir kuram, teorem ya da bilgi bilmeksizin, psikolog yardımı almaksızın, tamamen kendi ruhunu en derinine doğru eşeleme cesareti ve azmiyle geldiği bu nokta ve elde ettiği başarı sonraki yıllarda dikkat çekmiş. Serbest çağrışımla aklına geldiği gibi, içten duyduğu şekilde kendini sakınmadan, herhangi bir kimseyi ya da erdemleri düşünmeksizin ruhunu olduğu gibi kağıtlara dökmek… İşte Stendhal’ın dikkat çeken başarısı. Kısa boylu, şişman biri olan Stendhal, tipi ve yüzüyle çekiciliği olmayan bir adamdır. Bu yüzden kadınlardan yana pek şanslı olmamış, sadece genç ve varsıl olduğu bir dönem şansı biraz yaver gitmiş. Katı, para düşkünü, cimri ve inatçı olan burjuva bir babayla, duygulu, yumuşak müzisyen ruhlu bir annenin birleşiminden dünyaya gelen Stendhal, bu iki zıtlığı bünyesinde barındırmış, annesini çok sevmiş babasından da bir o kadar nefret etmiş. Babasını ne kadar sevmese de dış görünüşü ve egoist yapısı babasına, ruhsal inceliği, aşka düşkünlüğü, aşırı duygusallığı, ince duyarlılığı da annesine benzermiş. Bu yüzden de hayatı boyunca realizm ve romantizm arasında gidip gelmiş, nesnel ruh ve romantik ruh, içinde durmadan birbirini takip etmiş. Bu ikilik, sürekli değişen bir ruh hali ve akılla duygunun birbirine üstün gelemediği ama sürekli didiştiği bir karakteri meydana getirmiş. Kuzeninin desteğiyle Napolyon ordusunda rahat görevlerde bulunmuş, farklı ülkelere yapılan seferlere katılmış, bunu da maddiyat ve yeni keşifler heyecanı için yapmış. Ömrü boyunca çalışmaktan ve can sıkıntısından nefret etmiş bunun için savaşlara dahi katılmaktan geri durmamış. Kuzenini sayesinde yaptığı işler, ona belli bir maddiyat ve konum sağlayacak, kendisini pek fazla yormayacak prestijli işler olmuş. Askeri Mahkeme Üyesi, Konsolosluk görevleri gibi görevler üstlenen Henri Boyle, çalışmayı sevmediğinden Konsolosluk görevinden, alt çalışan memurunu daha fazla çalıştırarak kaytarmış, bu dönemde Paris’te cemiyet hayatının tadını çıkararak bir yandan da kitap yazmaya koyulmuş. Geride kalmayı, dışarıda kalmayı, yalnız ama özgür olmayı tercih etmiş. Çalıştığı işte ortaya koyduğu katkı ancak kovulmamasına yetecek asgari çaba olmuş böylece herhangi bir hırsı, bağlılığı vs. de olmadığı için özgür ve bağımsız kalabilmiş, kendini yapmayı sevdiği şeylere vermiş. Kendine olan düşkünlüğüyle içe dönük bir yaşam felsefesini benimsemiş ve bununla övünerek ona bir de isim vermiş: Ben’cilik. Kimsenin hayatına karışmayan bu anlayış aynı zamanda içsel bir savunmadır da. Ne kimsenin dünyasına karışır ne de başkasını kendi özgür dünyasının içine adım atmaya bırakır. Keşfetmeyi ve insanı incelemeyi seven, tutkusu tanımak ve hissetmek olan, keyfine düşkün bu adamın yazdıklarının değeri, ölümünden yıllar sonra anlaşılmış. Ancak “1880’de ünlü olacağım” ve “1900’lü yıllarda anlaşılacağım” sözleri kehaneti olmuş. Öldüğünde adı ve eserleri unutulmuş, yaklaşık yarım yüzyıl sonra, unutulan adı ve kütüphaneye terk edilen el yazmaları tekrardan gün yüzüne çıkmış. Yarım kalan, baskısı tükenen, basılmayan eserleri de basılmış. Böylece Stendhal ismi unutulmaz hale gelmiş. Kendi üzerine yaptığı ruhsal incelemeler, anlatıları, bulguları birçok yazarı etkilemiş, başka çalışmaların da öncüsü olmuş. Hatta Zweig, Stendhal kadar sözleri ve eserleriyle Nietzsche’ye çılgınca düşünce zevki veren yazarın pek az olduğunu söylüyor. Zweig’ın Stendhal anlatımı büyük bir hayranlık içeriyor. Belli ki Stendhal’a çok saygı duymuş. Övgü dolu anlatımı, kullandığı benzetmeler, dilsel coşkusu ve abartılı söylemleri, nesnellikten uzaklaşan bir biyografiyi meydana getirmiş. Diğer taraftan Stendhal üzerine öyle coşkulu bir anlatım var ki, okur (henüz okumadıysa) Stendhal’ın eserlerini merak ediyor ve bir an evvel onları okumak istiyor. TOLSTOY Zweig’ın Tolstoy portresi ise biraz karışık. Zweig, Tolstoy’un sanatçı yönüne saygı duyar, gözleri keskin gören büyük nesnel bir gözlemci olarak ondan övgüyle bahsederken, elli dört yaşından sonra büründüğü katı ahlakçı, vaaz eden Tolstoy’u ise samimiyetsiz ve korkak bularak yergiyle anlatıyor. Varlıklı bir ailede dünyaya gelen ve maddi sıkıntı çekmeyen Tolstoy, elli yaşına kadar hayatı çok fazla sorgulamadan, eserlerini kaleme alarak, rahat bir yaşam sürerek gelir. Tek büyük derdi; içine işleyen ve onu titreten ölüm korkusudur. Aslında bu bana çok anlamlı geliyor. Çünkü her şeyi olan, hiçbir sıkıntısı olmayan sağlıklı bir insanın en büyük korkusu; kaybetmek, tüm her şeyin elinden gitmesi, hiçlik, kaybolmak olacaktır. Hele de bir inancı yoksa ölümün hem kaybetmek hem de kaybolmak anlamına gelmesi normal. Elli dört yaşında hayatı sorgulamaya başlar ve her şey fazlasıyla anlamsız gelir. Tüm yaşadıklarını boşa düşürürcesine yeni düşünce ve inançlar edinir. Mülkiyetle alakalı eleştiriler sıralar, köylü ve basit olmayı savunur, eşitliği ve sevgiyi savunur. Ölümle de barışır, o büyük korkusunu yener. Artık ondan ne nefret eder ne kaçar ne de onunla savaşır. Onu olduğu gibi kabullenir. Tüm sorunların çözümünün sevgide, nihai olarak da Tanrı’ya ulaşmada olduğunu söyler. Ancak söylemleri hep düşünce boyutunda kalır. Köylü gibi giyinip köylü gibi yaşaması köylülerle vakit geçirmesi insanları tatmin etmez. Zamanla insanlar ondan daha fazlasını beklerler. Kitap gelirlerinden ve servetinden vazgeçtiğini söyler ancak ailesinin tepkisiyle karşılaşıp susar. Bunu birkaç defa dener ama her seferinde ailesinin tepkisi ve karısının intihar etme ihtimali yüzünden sessiz kalmayı, pasif kalmayı seçer. Düşündüğü ile yaşadığı arasında kalmıştır aslında. Arada sıkışmışlık, düşündüğünü yaşayamama ondaki huzursuzluğun süreklilik nedenidir. Tabi hep arayan ama tatmin olmayan, bulduğu cevaplarla yetinmeyen tarafı da bu huzursuzluğu besler. Bu aynı zamanda sürekli kendini eleştirmesine, kendine olan saygısını tüketmesine de neden olur. Ancak Zweig, Tolstoy’un bu arada kalmışlık durumuyla ilgili onu epey bir yargılıyor, niyet okuyor, nedenler sıralayıp kendince bir Tolstoy portresi sunuyor. İnancında samimi olmadığını, yapay bir Hristiyan olduğunu vs. söylüyor. Kendi kendini açıktan eleştirmesini, gürültülü bir şekilde günah çıkarmaya yoruyor ve bunun samimi bir edim olmadığını, vicdan rahatlatma, insanları avutma tipinde bir şey olduğunu savunuyor. Kendi huzursuzluğunu teskin edemeyip tüm dünyanın huzurunu kaçırmasını eleştiriyor. Çünkü Tolstoy’un huzursuzluğunun çözümsüz bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü Tolstoy bulan değil arayan bir adam. Dolayısıyla onu hiçbir şeyin tatmin etmesi mümkün değil bu fikre göre. Zweig’ın eleştirdiği nokta; bu huzursuzluğu dünyaya, katı bir ahlak anlayışı ve eski fikirleri dikte ederek, ‘vaazlar vererek’ sunuyor oluşu. Belli bir bölümde eleştirdiği bu “bulan değil arayan adam” durumundan, Tolstoy’un bilgeliğini methettiği son kısımda övgüyle bahseder. Halbuki Tolstoy’u yapaylık ve sahtelikle nitelediği kısımdan sonra da aslında bunun nedensiz olmadığını ailesini düşündüğü, karısının intihar etmesinden endişelendiği için sessiz-pasif kaldığını da söylüyor Zweig. Tolstoy ayağa kalkıp, inandığıyla çelişmeden Zweig söylemiyle “Yaşamı gibi, eserlerinin başyapıtı olabilecek bir ölüm”e doğru gittiğinde yani ömrünün son, o bilgelik döneminde Zweig ona yine çok saygı duyuyor ve övgülerini sıralıyor. Sonuç olarak; aynı tonda işlenmiş karakterler, büyük, nesnel gözlemler ve anlatıların sahibi sanatçı Tolstoy ve bilge Tolstoy’u abartıyla överken, vaaz veren katı ahlakçı Tolstoy’a epey kötü bakıyor Zweig. Bu ‘katı Tolstoy’a bakış açısına şaşırmıyorum, çünkü onda anlayamadığımız, hayıflandığımız taraflar var (Misal: Kreutzer Sonat’ı okurken Tolstoy’a şaşırmayan pek azdır muhtemelen). Şaşırdığım taraf; Zweig’ın bu Tolstoy’u değerlendirirken, onu niyet okuyarak safi kötücül bir değerlendirmeyle hep negatif görmesi. Onda niyet ya da aksiyon olarak doğruya-iyiye yönelik pek pay bırakmaması. Yapmaya çalıştığı şeyleri bile gösteriş ya da gürültülü bir biçimde günah çıkarma olarak görmesi. Kötünün dahi içinde iyilik kıpırtıları, pişmanlık yeşermeleri olacağına inanıyorum. Tamamına vakıf olamayacağımız noktada, ruhsal derinliğini, pişmanlıklarını tam olarak bilmek imkansızken, böylesine keskin yargılarda bulunmak doğru değil bana göre. Kitabın en çok dikkat çeken yanı bu oldu aslında: Zweig övgüsünde de yergisinde de işi biraz abartıyor. Çok saygı duyduğunu, dilin güzelliklerini kullanarak, abartılarla anlatırken, saygı duymadığı kişi veya o kişinin saygı duymadığı yönlerini yargılarla, ithamlarla anlatıyor. Eserde kimi zaman da çok kes(k)in yargılara denk gelmek mümkün. Ayrıca diğer şaşırtıcı yan; Zweig’ın nitelemeleri. Casanova için şarlatan, sahtekâr, aygır derken Tolstoy için Rus ayısı demesi, okurken epey şaşırtmıştı. Nesnele yakın bir biyografi beklentisiyle başladığım için belki de bu kadar şaşırdım ancak sonrasında düşününce bunun da Zweig’ın kendi şiiri olduğuna karar verdim. Kitabın iyi tarafına gelirsek; oldukça akıcı ve güzel anlatımıyla, betimleme ve benzetmeleriyle (örnek verdiğim bazılarını saymazsak tabi) dili etkin kullanan usta bir yazar var karşımızda. Üç yazar hakkında da genel bilgiler edinip üzerlerine düşüneceğiniz, kendilerini ve eserlerini daha da merak edebileceğiniz (özellikle Stendhal eserleri için sabırsızlandığımı itiraf edebilirim) etkileyici bir portre çalışması olmuş. Yukarıda da belirttiğim gibi eleştirdiğim, şaşırdığım noktalar oldu ancak üç yazarla alakalı güzel tespitler ve ince detaylar da var. Tolstoy konusunda da çok güzel değiniler ve tespitler vardı. Sonuç olarak, Zweig’ın bu övgüde de yergide de abartıdan kendini alamadığı eseri edebi niteliği olan, kendini okutturan güzel bir eserdi. Buraya kadar okuyabilenleri tebrik ediyorum, teşekkürler :) Keyifli ve verimli okumalar...
Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar
Kendi Hayatının Şiirini YazanlarStefan Zweig · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20141,173 okunma
··
855 views
Bu yorum görüntülenemiyor
Ferman Mamedov okurunun profil resmi
En büyük Tolstoy, en büyük Tolstoy :)) Tolstoy ismi ve vaaz sözcüğünün bir arada kullanımı benim biraz keyfimi kaçırıyor açıkçası. Sakallarından dolayı mı acaba :) ;)
Emin K. okurunun profil resmi
En çok Tolstoy'a yapılan yergilere karşı çıkmışım değil mi? :)) Tolstoy'dan Anılar kitabının incelemesine attığım başlığı yineliyorum: Kusursuz değil huzursuz bilge :) Hataları çok, özellikle gençliğinde, ellisinden sonra karşı çıktığı ne varsa yapmış neredeyse. Yazılarında kendini sürekli eleştirmiş de. Ne kadar samimiydi? Tartışılır, ancak büyüklüğü sanatçılığında, bir de bilge tarafı da var. İtiraflarım'da, kimi öykülerinde vs. bunu görüyoruz. Vaaz sözcüğü kitapta geçiyor hem de defalarca. Zweig'ın eleştirdiği bölümlerde var, metnin orjinaline bakmak lazım, vaaz mı diyor yoksa çevirmen mi öyle çevirmiş. Sakallarına gelirsek; Zweig epey etkilenmiş görünüyor onlardan, "...bütün girişleri kapalı ormanı anımsatan bir yüz: Geniş ve rüzgârda dalgalanan pederşahi bir sakal iki yanağını kaplamış..." diye tasvir ediyor :)
4 next answer
Ayşe* okurunun profil resmi
İncelemeniz çok güzel olmuş emeğinize sağlık, bir iki yıl öncesine kadar hiç biyografi okumamıştım, son bir kaç yıldır da özellikle biyografi okumayı tercih ediyorum, genelde sevdiğim yazarlara daha çok meylediyorum. Sanırım Zweig'ın biz okurlara en büyük katkısı biyografik eserleri, ben her ne kadar Türk edebiyatçıların hayatlarını okumaktan daha çok zevk duysam da, mesela bahsettiğiniz Stendhal'ın hayatı ilgimi cezbetti. Yalnız biyografi kitaplarında yazarın şahsi fikirleri, objektif olamadan manipülasyon yapmasından da hiç hoşlanmıyorum. Sanırım bunu gözardı ederek okumamız gerekecek. Tekrar emeğinize sağlık.
Emin K. okurunun profil resmi
Biyografi eserleri okuma konusunda benim de eksiğim var. Halbuki insan sevdiği, tarzını beğendiği yazarları daha çok merak ediyor. Bu konuda eserlerin başlarında yazan kısa biyografilerden, internetteki kısa bilgilerden faydalanıyorum hatta o yazarın diğer kitapları başka yayınevinden çıkmışsa baştaki biyografi detayları da farklılaşabiliyor. Bu bile sevindirici oluyor ancak tabi ki yeterli değil. Özellikle nesnel tarzda yazılmış, objektif anlatımın olduğu, okunurluk düzeyi yüksek biyografilere çok ihtiyaç oluyor. Bu tarz biyografileri okudukça da biyografi okuma alışkanlığı gelişecektir, en azından kendi adıma böyle olacağını düşünüyorum. Ama işte o nesnel biyografileri bulmak mesele... Zweig'ın bu portre kitabı dil ve anlatım olarak başarılı, yazarlara karşı merak da uyandırıyor ancak nesnel anlatım konusunda o kadar başarılı değil bence. Manipülasyona maruz kalıyor okur ister istemez, çünkü Zweig abartılı cümleler kurmayı seviyor. Bir biyografiden öte, o yazarı ya da sanatçıyı Zweig'ın perspektifinden görüyor gibiyiz. Bu yüzden zaman zaman duygu durumu ve yaklaşımı abartıyla karışık dalgalanabiliyor, biraz daha kendini kaptırmadan okumak daha doğru gibi geliyor bana :) Ancak üzerine düşündürmesi ve merak uyandırması açısından başarılı tabi ki. Zweig, Stendhal'ı o kadar coşkulu bir şekilde anlatmış ki okurken ben de epey merak ettim, hemen okumak istedim :) Tolstoy kitaplarına biraz daha devam ettikten sonra Stendhal okumaya karar verdim bu yüzden. Meşhur iki kitabının yanında, otobiyografik romanı
Henri Brulard'ın Yaşamı
Henri Brulard'ın Yaşamı
ve psikolojik çalışması
Aşka Dair
Aşka Dair
ilgimi çekti. Tolstoy sonrası planım bunlar olacak. Vakit ayırıp ilgiyle okuduğunuz ve sözleriniz için teşekkür ederim.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.