Yetmezmiş gibi İstanbullu Rumların ve Ermenilerin bir kısmı düşmana kucak açmış, şehri kurtaran kahraman askerleri karşılarcasına sevgiyle karşılamıştı onları.
Pera'daki dükkânlar Yunan bayraklarıyla ve Venizelos'un portreleriyle süslenmişti. Türk müşteriler, boş masa yok diye lokanta kapılarından geri çevriliyordu.
Memurlara maaş ödenemiyordu. Kışın en soğuk günleri odunsuz kömürsüz geçmişti. Vapur, tren ve tramvay seferleri kömür yokluğu yüzünden aksayıp duruyordu. Ekmeği, şekeri ancak karaborsa mallara parası yetenler satın alabiliyordu. Fakirler açlıktan ölüyordu ve ölüleri gömecek kefenin bile bulunamadığı yazıyordu gazetelerde.
Üstüne üstlük her köşede halkın önünü kesmeye hazır birkaç düşman askeri bekliyordu. Çocuklar, sömürgelerden gelen askerlere cin görmüş gibi korkuyla bakıyordu. Onlar da kahkaha atarak süngülerini gösteriyor, korkunç suratlar yapıyorlardı.
On sekizinci yüzyıl insanı hayvanlara zalimce davranarak iyi Hıristiyan olduğunu düşünürdü. Üç kez öten ve her seferinde de Havari Peter'in afaroz edilmesine sevinen, günahkar bir horoz değil miydi? Horozların soyunu sopunu demirli sopalarla öldürmekten daha erdemli ne olabilirdi ki?
Dönemin, belli bir düzene sokulmamış vahşi doğaya hiç sempatisi yoktu. Bu doğa tehdit dolu bir yabanıllık, insanın Düşüş'ünün, Cennet Bahçesi'nden sonsuza dek sürgünün içe işleyen, çirkin bir anısıydı .