Yollar o kadar kötüydü ki deve üstünde gitsek daha erken
varırdık sanırım. Gittikçe uzaklaşıyor gibiydik. Kafasında
meyve sepetli, altın dişli Hayriye’nin Afrika versiyonu rehber ablamız varmamıza az bir süre kaldığını müjdelerken
ben Jen Teyze’yi dürtüp uyandırmaya çalışıyordum. Otobüs
durduğunda, “Hadi uyan, vardık,” diyordum ama teyzem-
de tık yoktu. Tüm meraklı gözler üstümüzdeydi. Kadın bir
türlü uyanmıyordu. Daha sonra, arkalardan gelen İngiliz bir
kadın, Jen Teyzemin nabzına bakıp, “Aman Tanrım bu kadın ölmüş!” diye çığlık attı. O sırada hemen önümüzde ve
arkamızda oturan Çinliler bağırmaya başladılar. Büyük bir şok içerisindeydim.
Yan tarafımızda oturan iki Malezyalıdan biri parmağıyla beni göstererek, “Bu adam bir şey verdi, kadın yedi ve son-
ra da öldü,” diye bağırdı. O anda herkes dönüp bana baktı.
Gariban dostu market zincirinden aldığım çikolatanın paketi
de kadının avucunun içindeydi. Bu kadarı da fazlaydı. Hare-
ket de edemiyordum. Pencere ile ölü kadın arasında sıkışıp
kalmış bir güvercin gibiydim. Yaşlı kadıncağızın ölmesine
mi üzüleyim, kadının yediği son şeyin 20 kuruşluk Cocostar
olmasına mı yoksa beni katil diye suçlamalarına mı? O esnada polis ve ambulans arandı. Kadıncağızı ambulansa aldılar, otobüsten kimsenin inmesine izin vermeyerek hepimizi
polis merkezine götürdüler.