-Bu hastalık insanı o kadar korkutuyor ki.
-İşte hastalık esas gücünü bu yoğun korku duygusundan alıyor. Objesiz korku denir buna. Yani ortada korkacak bir şey yokken, kendiliğinden geliveren, hiçbir şeye bağlanamadığı için de, kişiye doğrudan ölümü hatırlatan berbat bir duygu.
"Kadın denen varlık işte bu kadar narin bir çiçek" dedim içimden. Suyunu, güneşini eksik etmeseniz bile onu sevmez, onu görmez, ona değerli olduğunu hissettirmezseniz soluverir.
İnsan ne yaşarsa yaşasın kendini suçlamaktan kurtulamıyor. Başkaları size olan davranışlarını öyle doğallaştırıyor ki, itiraz ya da şikayet etmeye kalkıştığınızda sizi alıngan olmakla suçluyor. Her şey yaşanıp bittikten sonra sizin de kendinizden başka suçlayacak kimseniz kalmıyor.
Hayatında hiç mi yenilmemiş, hiç mi bir engelle karşılaşmamış bu adam. Hiç sıkıntı çekmemiş, acı hep teğet mi geçmiş? Bu kadar dümdüz, engelsiz, acısız, kedersiz bir hayatın içinde insan nasıl gelişebilir, nasıl olgunlaşabilir?
Çocukluk acılarımızın ayrı bir yeri vardır zihnimizde. Yaşadıkça çoğu şeyi unuturuz ama çocuklukta aldığımız yaralar bütün ihtişamıyla durur zihnimizde; çünkü o acılar, o zamanki inançlar, kırılmışlıklar, kişiliğimizin oluşmasında önemli bir rol oynarlar. Kişiliğimiz ise seçimlerimizi etkiler, yani kaderimizi yazar.