Akifi daha iyi anlamak için ayrılması gereken onu Yahya Kemal’le bir arada düşünmektir. İmparatorluğun batışında gelen ve şiir türlerinde tek kalan bu şairler, aynı medeniyetin ve ülkünün şairi olarak yanyana durdukları halde, ilk bakışta, şiirlerinin özü ve biçimi bakımından doğu ve batı kadar ayrılıyorlar. Teferruatlıca, bu ayrılığın ilk noktası, çıkış ağzı, birinde estetiğin, öbüründe ülkünün hedef tutuluşudur. Biri estetikten çıkarak ülküye de varıyor, öbürü ülküden başlıyarak hemen estetiğini kuruyor ve sonra ikisini birlikte yürütüyor. Biri şimdiki zaman şairidir demiştik; öbürü, estetik için daha elverişli olan masallaşmış bir geçmiş zamanın peşindedir. Muhteşem bir gün batışı karşısında huzursuz olan bu iki şairden biri, geçmekte ve bitmekte olan günün doğuş vakitlerini hatırlayarak teselli aramakta, öbürüyse mümkün olduğu kadar güneşin batışını geciktirmek için ışık işçilerini vazife başına davet etmekte, hiç olmazsa gelecek günün doğuşuna hazırlamakta çevreyi.
Koyunlarını gündoğusu yönünde sürmeye başladı... -“Hiçbir zaman bir karar vermek gereksinimi duymuyorlar...” diye düşündü...
***
‘Belki de bu yüzden benim yanımda kalıyorlar...’ Su ve yiyecekten başka bir şeye gereksinim duymuyordu koyunlar...
***
Onların çobanı olarak Endülüs’ün en iyi otlaklarını bildiği sürece, kendisiyle her zaman dost kalacaklardı...
***
Güneşin doğuşu ile batışı arasında eğleşen uzun saatlerden oluşan günlerin biri ötekinden farkı olmasa da, kısacık yaşamları boyunca tek bir kitap okumasalar, köylerde olup bitenleri anlatan delikanlının insan dilini anlamasalar da... Yiyecek ve suyla yetiniyorlardı ve bu onlar için yeterliydi...
***
Buna karşılık, yünlerini arkadaşlıklarını ve kimi zaman da etlerini cömertçe sunuyorlardı...
***
‘Günün birinde bir canavara dönüşsem ve tek tek hepsini öldürsem, sürünün hepsini boğazladıktan sonra ancak işin farkına varırlardı...’ diye düşündü delikanlı...
***
‘Çünkü bana inanıyorlar ve artık kendi içgüdülerine güvenmiyorlar... Bu böyle, çünkü onları otlağa ben götürüyorum...’