Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Hakan Osman Çaldağ

"... 'Buraya gelmek zorundasın' dedim. Beni babamdan istemeli ve çocuklarımla tanışmalısın." Bir aydan biraz daha uzun bir süre sonra İsmail Brezilya'ya geldi. "Pazardan aldığı ucuz, kırmızı tekerlekli bavuluyla geldi. O çok mutlu, bense çok heyecanlıydım. Hafta sonunu birlikte geçirebilmemiz için çocuklarımı anneme gönderdim. Harikaydı. Normal bir hayat gibiydi. Sürekli beraberdik." Yine de Luciana'nın birtakım endişeleri vardı. "Kendi kendime 'Bu adam Türkiye'den geliyor. Ya Japon yemeklerini sevmiyorsa?' Bu, benim fedakârlık kıstasımdı. Onu en sevdiğim suşi restoranına götürdüm. Hiçbir şey söylemedim veya onu hiçbir şekilde önden hazırlamadım. 'Yemekte çip balık olacak' demedim, mesela! Beyazıt'ta böyle bir şeyin olmadığından emindim. Sadece suşi, saşimi ve diğer sevdiğim yemeklerden sipariş verdim. Yemeklere bayıldı! Sınavımı geçti!"
Sayfa 130
Reklam
Ertesi gün Sultanahmet Camii'ne gittik. 2 Mayıs 1994'tü. Camiye girdiğimde dizlerim tutmadı. Ayakta duramıyordum. Ağlamaya başladım. Kriz geçiriyordum. Herkese beni bırakıp devam etmelerini söyledim. Bana ne olduğunu bilmiyordum. Camiden çıkarken avluda abdest alan adamlar gördüm. Yaptıkları şeye dikkat kesildim. Abdest hakkında bir şeyler okumuş, ama kendim hiç abdest almamıştım. Bu şekilde yıkanmanın çok güzel olduğunu düşündüm, bu yüzden iki günde bir, onları yıkanırken gördüğüm gibi ben de yıkanıyordum. Ne zmaan abdest alınacağını bilmiyordum. Namaz vakitleri hakkında da bilgim yoktu ama camiye gidip namaz kılan hanımları taklit ederdim. Öğleden sonra bir Kur'ân tilaveti dinledik. Çok güzeldi. Hepsi içime işliyordu.
Sayfa 126
"Allah'ın bize bahşettiği kadere ve hükmüne razı olmaya ne oldu? Memnun olmak zorundasınız. Hz. Şuayip'i (a.s.) âmâ yarattı, ama o bundan şikâyet etmedi. Sevdiklerinin yüzünü göremedi ama içlerini gördü. Zahirî taraflarını da görebilseydi o da güzel olurdu. Ama bu ona nasip olmadı, o da elindekiyle yetindi. İmtinan, sükûnetimizi korumak ve çektiğiniz sıkıntıda, çilede aklınızı yitirmemektir..." Şems-i Tebrîzî
Sayfa 122

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
İsmail, hıfzını ikmâl ederken küçük, pille çalışan transistörlü bir radyoda Kur'ân tilaveti dinlerdi. Yayın İstanbul'dan yapılıyordu ve kârîlerin onun köyde öğrendiğinden çok farklı okuduklarını fark etti. "İstanbul'dan gelen tilavet çok daha incelikliydi. Köyde öğrendiğimle yakından uzaktan alakası yoktu. Kur'ân öğrenmek için en iyi yerin İstanbul olduğunu söylediler. Hıfzımı bitirditen sonra, on yaşındayken, daha sonra köyüme dönüp öğretmenlik yapabilmek için İstanbul'a gidip düzgün okumayı öğrenmeye karar verdim." Ağabeyleri karşı çıktı. "'Hayatta olmaz!' dedi abilerim; 'Biz bile gidip İstanbul'da yaşayamayız. Orası bambaşka bir dünya. Sen kör başına nasıl yapacaksın?' İki kez kaçmaya çalıştım ama beni yakalayıp köye geri getirdiler." İsmail bu sefer tam teşekküllü bir kaçma planı hazırladı. "Ben İstanbul yolunu yarılayana kadar gittiğimi bile fark etmeyeceklerdi."
Sayfa 113
"Bence, hiç kimse tek seferde Müslüman olamaz. Müslüman olur; sonra kâfir olur, sonra yine Müslüman olur, sonra kâfir olur; sonra yine Müslüman olur ve her seferinde içinden bir şeyler çıkarak yok olur. Yani, kişi kemâl bulana kadar bu böyle devam eder." Şems-i Tebrîzî
Sayfa 105
Reklam
Hakiki İslam, hayatın ta kendisidir. İnsanları dönüştürür. Bilmek, farkında olmak temelinde vardır. Öğrenmeyi, bilmeyi emreder. Benim için bu çok ilham vericiydi çünkü Afro-Amerikanlar hakkında şöyle bir söz vardır: 'Siyahi birinden bir şey saklaman gerekiyorsa onu bir kitaba koy.' Bu tür klişelere karşı savaş veriyoruz.
Sayfa 102
Bir suçu anlamıyorsanız, o suçu işleyenin iflah olduğunu nasıl anlayabilirsiniz ki?
Sayfa 100
Ebû Hafs Amr b. Seleme dokuzuncu yüzyılda (hicri üçüncü yüzyıl) Nişabur'da yaşadı. Okuma yazma bilmeyen, "el-Haddâd" (Demirci) nisbesini mesleğinden alan bir demirciydi. Genç bir delikanlı iken gönlünü hizmetçi bir kıza kaptırdı. Peşinden koştu. Tek istediği bu kızdı. Arkadaşları ona şehrin dışında yaşayan Yahudi bir büyücünün kıza
Sayfa 77
Ertesi gün çete başka bir kervana saldırdı. Her şey olup bittikten sonra kervandan bir yolcu öğle yemeğini yiyen haydutların yanına gitti. "Elebaşınız kim?" diye sordu. "Nehrin kıyısındaki şu ağacın arkasında bir adam yok mu; işte o. Şu namaz kılan," dedi eşkıyalardan biri. Yolcunun kafası karıştı; "Ama namaz vakti
Sayfa 54
Şeyh Ebu Ali Dekkâk'a (kuddise sirruh) göre: "Tövbe üç kısımdır. Başı tövbe (günahtan dönüş), ortası inâbe (Allah'a teveccüh) ve sonu ise evbedir (Allah'a geri dönüş)." İmam Kuşeyrî Hazretleri (kuddise sirruh), bu sözleri şöyle açıklıyor: "Kim Allah'tan korktuğu için pişman olursa tövbe etmiş olur. Kim Allah rızası için pişman olursa Allah'a doğru döner, bu da inâbe olur. Ve kim Allah'ın emrine, ne rahmet umarak ne de cezadan korkarak, sadece Allah için uyarsa, o da evbe olur ve kişi Allah'a rücû hâlini kazanmış olur."
Sayfa 18
Reklam
Birisi Zünnûn-ı Mısrî'ye (kuddise sirruh) tövbeden sorduğunda, "Avam ma'âsiden (günahlardan) tövbe eder, havas ise gafletten" buyurmuştur.
Sayfa 18
Günümüzde genç Müslümanlar; Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) kemali, ehl-i beyti ve ashâbı (Allah hepsinden razı olsun), ayrıca velayet sahibi selef-i sâlihîn hakkında kitaplar okuyorlar. Okudukça da kendilerini bu zatlarla kıyaslayıp "Biz çoktan mahvolmuşuz!" şeklinde bir ümitsizlik girdabına kapılıyorlar veya iyi ihtimalle, dinimizin özü olan bu manevi ihsan yolunda yürümek için yetersiz olduklarını düşünüyorlar. Gençlerin çoğu geleneksel öğretilerden kopmuş vaziyette. Anne babalarından dine dair hayır-şer ne alıyorlarsa ya yollarına o noktadan bir şekilde devam ediyorlar ya da bu çok kusurlu, hatta bazı durumlarda acayip bir ucube derekesinde eksikliklerle malul öğretilerde sıkışıp kalıyorlar. Kendilerini zayıf ve değersiz hisseden bu gençler, sanki dine dair ümitlerin yitip gittiği bir bezginlik sarmalında kayboluyorlar. Bir şekilde bu hengâmda, "tasfiye-i kalb" (kalbin saflaştırılması) meselesinin sürekli bir dönüş (rücû/tövbe) gerektiren bir döngü olduğu gerçeğini gözden kaçırmışlar yahut hiç anlamamışlar.
Sayfa 17
İşte bu gece de tehlike ve acı dolu, ama aynı zamanda ışıklı, sarsılmaz ve dürüst olan hayatları böyle geçti. Dedelerden miras kalma bir içgüdüyle, hayatı parçalıyor, onu ani duygulara... içten gelme ihtiyaçlara bölüyor ve onun için de kendilerini unutuyorlardı. Çünkü ancak böyle her saniyeyi ayrı ayrı yaşayarak, öne arkaya bakmayarak insan bu hayata katlanabilir ve kendini daha iyi günlere saklayabilirdi.
Sayfa 331
- Sen her şeye karşı ilgisizsin! Ne seviyor ne de nefret ediyorsun! Çünkü her ikisi için de biraz olsun benliğinden çıkmak, gururunu yenmek gerekir. Ve sen... bunu yapamazsın!.. Yapmak elinde olsa bile sana bunu yaptıracak güç yoktur. Başkasının sefaleti sana dokunmadığı gibi, üzüntü de vermez. Hatta gururunu okşamadıkça kendi sefaletine bile kayıtsız kalabilirsin. Ne bir şey arzular... ne bir şeye sevinirsin. Kıskanç değilsin. Ama bu iyiliğinden değil, hudutsuz egoistliğinden ileri geliyor. Başkalarının ne mutluluğunu, ne felaketini görürsün. Hiçbir şey seni etkileyip harekete geçiremez. Ama hiçbir şey de seni durduramaz. Bu da cesaretinden değil... İçindeki iyilik duygularının nasırlaşmış olmasından ileri geliyor. Senin için gururundan başka bir şey yoktur. Ne kan bağları, ne içgüdüler... Ne Allah... ne dünya... ne aile, ne de arkadaş... Kendi yeteneklerini anlamaktan âcizsin!.. Seni vicdanın değil, ancak kırılan gururun etkileyebilir. Çünkü sadece o, her zaman ve her şeyde, senin ağzınla konuşur ve davranışlarını idare eder.
Sayfa 278
Osmanlılar der ki: "Üç şey saklanamaz: Aşk, öksürük ve fakirlik."
Sayfa 272
891 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.