Konuşsam muhtemelen gülerdiniz. Her şeyde gülünecek bir yan bulurdunuz çünkü. Bu yaştan sonra roman kahramanı mı olacaksın, derdiniz. Gece sabahlara kadar ağladıklarımı bir çırpıda boşa çıkaracak dudaklarınız vardı. Sadece bunun için bile sizden nefret etmeye değerdi doğrusu.
”Yere düşen ekmeği alıp öpmesi kolay, insanı alıp koy bakalım.” Sesin olduğu tarafa dönünce Ayla’yı gördüm. Ah ben Ayla’yı ilk o gece gördüm. Toz toprak içinde kalmış bir nimet olarak. Sandı ki onu yerden alamam.
Karını hayalinde yeni baştan çizdiğini biliyorum. Yontuyorsun. Taşkın davranışlarını, özensiz gülüşlerini, başkalarının yanında neşeliyken sana ayaz kesen yüzünü rendeliyorsun. Bence kaşla göz arasında ailesine düşkünlüğünü de soğan kabuğu gibi söküp atıyorsun üzerinden. Kolunu kanadını kırıyorsun Burhan. O kapıdan geçsin diye azaltıyorsun karını. Başka türlü sığmıyor değil mi?
Kulaklarında bir uğultu koptu, bir mağara dolusu ırmak hırçınlığı. Kanında herkesten saklı gezdirdiği sırların hava kabarcıkları, henüz vicdanı dışında bir melaikeyle karşılaşmamış gözlerine sağanak hâlinde yürüdü. İçinde capcanlı yaşam kesitleri taşıyan kabarcıklar, öfkeli meteorlar gibi gözlerine çarpıyor, bu çarpmalar görme duyusunu köreltecek yerde daha da keskinleştiriyor, etinin altında hâlâ yaşamakta olan yemyeşil çimenlerin, soğuk ırmakların tepesinde süzülen bir kartala dönüştürüyordu.
Kırmadan, incitmeden, pes etmeden buraya kadar gelmişti. Bazen kendi kendine, burası neresidir, diye sormuyor değildi. Kocasıyla aralarında yirmi beş yılda, iki kayanın birbirine sürtünerek kazandığı uyumu andıran bir muvazene oluşmuştu.