Aslan Asker Şvayk
Kupa Meyhanesi’nde tek bir müşteri vardı: Devlet güvenlik örgütünde görevli sivil polis Bretschneider. Meyhaneci Palivets bardakları yıkıyor, Bretschneider de onu kapana kıstırmaya çalışıyordu, ama boşuna. Palivets, ağzı bozuğun tekiydi. “Göt”ten, “bok”tan, “sıçmak”tan başka laf bilmezdi. Ama aslında mürekkep yalamış adamdı; önüne
Sayfa 19 - 1.Aslan Asker Şvayk Dünya Savaşı’na burnunu sokuyor - Birinci Bölüm CEPHE GERİSİNDEKitabı okudu
"Herkesin kendine göre derdi vardı, herkes dertliydi. Radyoda konuşan çatlak sesli, kalın sesli, öksürüklü, aksırıklı, yahut ispenç horozunu hatırlatarak konuşan genç, dinç insanlar bile dertliydiler. Sokaklarda izmarit toplayan yalın ayaklı serseri kadar, bir fabrikanın yüz binlik gelirini cebine atan, yahut muhteşem mağazasında, puro dumanlarının tüllediği yazıhanede kara kara düşünen ithalatçı, ihracatçı; traktörü geniş tarlalarını mazot kokulu homurtusuyla altüst eden büyük çiftçi, "dinamik ziraat"e rağmen hâlâ karasaban ve öküzle toprağını eşeleyen küçük çiftçi, yarıcı, üçte biri; elinden ekmeği makine tarafından alınmış, işsiz ırgat... Herkes dertliydi. Hiç kimse kimsenin derdiyle ilgili değil, herkes bildiğini okuyor, yani ayrı bir dille konuşuyordu. Tıpkı kulenin yapıldığı eski Babil şehrindeki gibi."
Sayfa 142 - Everest Yayınları
Reklam
Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu’nda büyümüş, Beyoğlu’nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler. Her cinayetin ardında gizemli bir neden… Ve soruşturma boyunca adım adım, bina bina, sokak sokak Beyoğlu. O çoksesli, çokrenkli, çokdilli, çokkültürlü Beyoğlu. Günümüzün Babil Kulesi… İnsanın
Düşünmenin Bedeli
Gezegendeki büyük avcıların çoğu muhteşem yaratıklar;milyonlarca yıl süren hakimiyetleri sayesinde kendilerine olağanüstü derecede güveniyorlar. Sapiens ise adeta bir muz cumyhuriyetinin diktatörü gibi. Daha yakın zamana kadar savandaki orta halli yaratıklardan olduğumuz için hâlâ korku ve endişelerle doluyuz, ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. Ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor
Bundan uzun zaman önceydi. Bir roman düştü gönlüme. Aşk Şeriatı. Yazmaya cesaret edemedim. Dilim lal oldu, kalemimin ucu kör. Kırk fırın ekmek yemeye yolladım kendimi. Dünyayı dolaştım. İnsanlar tanıdım, hikâyeler topladım. Üzerinden çok bahar geçti. Fırınlarda ekmek kalmadı; ben hâlâ ham, hâlâ aşkta bir çocuk gibi toy... “Hamuş” derdi Mevlâna kendine. Yani Suskun. Düşündün mü hiç, bir şairin, hem de nâmı dünyayı sarmış bir şairin, yani işi gücü, varlığı, kimliği ve hatta soluduğu hava bile kelimelerden müteşekkil olan ve elli binden fazla muhteşem dizeye imza atmış bir insanın, nasıl olup da kendine SUSKUN adını verdiğini..? Kâinatın da tıpkı bizimki gibi nazenin bir kalbi ve düzenli bir kalp atışı var. Seneler var ki nereye gidersem gideyim o sesi dinledim. Her bir insanı Yaradan’ın emaneti saklı bir cevher addedip, anlattıklarına kulak verdim. Dinlemeyi sevdim. Cümleleri, kelimeleri ve harfleri... Oysa bana bu kitabı yazdıran şey som sessizlik oldu. Mesnevi’yi şerhedenlerin çoğu bu ölümsüz eserin “b” harfiyle başladığına dikkat çeker. İlk kelimesi “Bişnev!”dir. Yani “Dinle!” Tesadüf mü dersin ismi “Suskun” olan bir şairin en kıymetli yapıtına “Dinle!” diye başlaması. Sahi, sessizlik dinlenebilir mi? Bu romanda her bölüm aynı sessiz harfle başlar. “Neden?” diye sorma, ne olur. Cevabını sen bul. Ve kendine sakla. Çünkü öyle hakikatler var ki bu yollarda, anlatırken bile sır kalmalı.
"İşte size ülkemizin hikâyesi, genç dostlarım, istilacıların biri gitmiş öteki gelmiş," dedi şoför, sigarasının külünü camdan silkelerken. "Makedonyalılar. Sasaniler. Araplar. Moğollar. Şimdi de Sovyetler. Ama biz şu karşıdaki surlar gibiyiz. Hırpalanmış,dövülmüş, pek bakılacak hali kalmamış, fakat hâla ayakta.
Reklam
1,000 öğeden 21 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.