Annesini yitirdiği için bitkin, beli bükük, elli yaşında bir kadına rasladığım zaman, sinir hastası bir kişi diye bakardım ona: Hepimiz ölümlüyüz çünkü; insan seksen yaşına gelmişse, ölecek yaşa artık gelmiş demektir, diyordum.
Öyle değilmiş.
Sevdiğimiz bir kişi öldüğü zaman, sağ kalmak suçunun kafaretini yüreğimize işleyen yeğin bir pişmanlıkla öderiz. Ölümü, bu kişinin ne kadar eşsiz benzersiz olduğunu açıkça anlatır bize; varlığının, bir zamanlar, bütünüyle var kıldığı , yokluğunun, kendi bakımından ortadan kaldırdığı dünya kadar uçsuz bucaksız hale gelir bu ölü; yaşamamızda daha çok yer tutması, gide gide yaşamamızın tümünü kaplaması gerekirdi gibi gelir bize. Kendimizi sıyırırız sonra bu sersemleyişten: O da, öbürleri arasında, öbürleri gibi bir bireydi, o kadar, diyoruz. Ancak, kimsecikler için elimizden geleni -hiç bir zaman yapmadığımızdan, (kendi elimizle çizdiğimiz, tartışılabilecek sınırlar içerisinde bile elimizden geleni yapmadığımızdan,) kendimize, gene de, bol bol sitem edecek sebepler buluruz.