O bürhan-ı nâtık, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki; âdeta kâinatın şeklini değiştiriyor. İşte onu dinlemediğin vakit, bak kâinat bir matemhane-i umumî hükmünde; mevcudatı birbirine ecnebi belki düşman, camidatı dehşetli cenazeler, bütün zevilhayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayıcı yetimler hükmünde görürsün.
Şimdi o zâtın neşrettiği nur ile bak! O matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost, birer kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i sâmite, birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. O ağlayıcı, şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretini giydi. Ve kâinattaki harekât ve tenevvüat ve tagayyürat, manasızlıktan ve abesiyet ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi, bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.
İnsanı bütün hayvanatın madûnuna düşüren, insanın hadsiz za'f ve aczi, fakr ve ihtiyacı; hem insanı bütün hayvanlardan daha bedbaht hale getiren, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem-i havf ve gam olan insanın aklı o nur ile nurlandığı vakit; insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstünde, o nurlanmış acz ve fakr ve akıl ile, niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halife-i zemin olur. Demek o muarrif bürhan-ı nâtık olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey de hiçe iner. Elbette böyle bir bedî' kâinatta, böyle bir muarrif zât elzemdir. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.