"Daktilonun başına geçip her şeyi yazmaya başladım, olması gerektiği gibi, tuşlara öyle bir hiddetle vuruyordum ki daktilo zaman zaman benden uzaklaşıp masanın öbür ucuna gidiyordu. Kağıt üstünde üzerine bir panter gibi atlayıp onu yerden yere vurmuş, karşı koyulmaz gülümse sindirmiştim. Sonunda yaşlı gözlerle peşimden sürünüp merhamet dilemişti. Güzel. Mükemmel. Ama okuyunca bayağı ve sıkıcı buldum. Sayfaları yırtıp attım..."
"...Bakışlarımı kaçırıp dışarı çıktım ve yürümeye başladım, tramvayların ve kentin insanın üstüne çığ gibi gelen dayanılmaz gürültüsüne kavuşmaktan hoşnuttum. Ellerimi cebime sokup yürüdüm..."
"Zor günler, bulutsuz mavi günler, ortasında güneşin yüzdüğü mavi bir deniz. Bolluk günleri - bol endişe, bol portakal. Yatakta portakal, öğlen portakal, akşam portakal. Düzinesi beş sent. Gökyüzünde güneş, midemde güneş suyu..."
“Bazen bir fikir zararsızca odada uçuşuverirdi. Minik, beyaz bir kuş gibi. Kötü değildi niyeti. Tek isteği bana yardımcı olmaktı zavallı kuşun. Ama onu daktilonun tuşları ile örseler, canına okurdum ve ellerimde ölürdü.
Neydi benim derdim?...”