Ne kadar çok kan var! Ne kadar çok kan diye şaşırıyor insanlar: Onları, tablolarımı gördüklerinde bir tiksinti ifadesiyle sırtlarını dönenleri, laflarını yutanları ya da tersine, o lafları bir balgam, bir silah, bir kurtuluş gibi fırlatanları görür gibiyim.
İşin tuhafı, savaşlarda akıtılan kan, o adaletsizlik ırmakları, insanlık utancının kırmızısı, işte bu kan insanları tiksindirmiyor, kaçırtmıyor. İnsan "aşıldığını" düşünüyor. Ama bir cenin, açık bir yürek resmi (halbuki onlar bizim bir parçamız, burada söz konusu olan kendi varlığımız, bilinçdışı temsilimizden, saklı gerçeğimizden gelen bir şey bu, kaçmak istediğimiz bir anı), işte bundan korkuyoruz, insani zaaflarımız, bedensel bir tutarlılık karşısındaki yetersizliğimiz gözlerimizin önüne seriliyor...
Çünkü biz kendimizin idealleştirilmiş, sürekli idealleştirilmiş bir görüntüsünü bulmak istiyoruz. Çünkü her birimiz bir Tanrı olmayı arzuluyoruz. Ama Tanrı değiliz, işte! Bal gibi, et ve kan karışımıyız. Tüm berelerin üzerine yazıldığı bir bedenimiz var ama biz yalnızca manevi yaralara ilgi gösteriyoruz çünkü onlar incelenebilir, düşlenebilir ama ele gelmez. Çıplak gözle görülemeyeni yüceltiyoruz. Hepimiz tanrılaşmak, bilmediğimiz bir konumda, ölümsüzlük içinde var olmak istiyoruz.