Her gün uyanırsın ve başkalarından farklı olduğunu bilirsin. İçinde sürekli uçurumun çağrısını duyarsın ve bu çağrıyı —çağrının korkusu, paniği— yanındaki kişilerle paylaşamazsın. Kimseye “şu yükü taşımama birazcık yardım et” diyemezsin. Uçurum seni ışıl ışıl kılmadığı için de hiç kimse farklı olmandan ötürü seni övgülere boğmaz.
Bu dünyanın beğenmediği ve kabul ettiği pırıltı senden binlerce fersah uzaktadır. Hep susacaksın ve ağzını açarsan bu mutlaka yanlış zamanda, yanlış bir söz söylemek üzere olacaktır. Daima paralel bir düşünceye gömülmüş olduğundan, dış dünyanın senden ne beklediğini fark etmeyeceksin. Böylece her gün daha hantal, daha beceriksiz, daha ürkek olacaksın ve çevrenin seni budalanın teki olarak gördüğünden kesinlikle emin olacaksın. Gerçeğin pürüzlü çıplaklığını göreceksin ve kısa sürede kimsenin bu görüşten hoşlanmadığını anlayacaksın. Buna bağlı olarak, sen de hoşlanılmayan kişi haline geleceksin. İşte o zaman kendi içine kıvrılacak, büzülecek ve yok olmayı deneyeceksin.
Sahip olmak anlamında hayat.
Yürüyüş anlamında hayat.
Eninde sonunda seçmek durumunda kaldığımız iki koşul budur. Bir erim belirlemek,
varmak ve orada kalmak ya da ilerlemek, aslında hiçbir yerin tam olarak doğru olmadığını
hissetmek; üzerimize oturan bir giysi bulmak ve ona bürünmek. Ama zamanla gelişiriz ve
giysi hep aynı kalır; bedenimizin değişim koşullarına uyum sağlar; böylece yavaş yavaş ve
amansızca bir zırha dönüşür.
Kimdir bizi böyle tersine çeviren
Her ne yapsak yolumuza çıkan birini andırırız?
Görünce son tepeden bir daha vadisini
Nasıl döner, duraklar, oyalanırsa –
Öyle yaşıyoruz işte
vedalaşıyoruz daima.
Hayatım boyunca olağanüstü
biçimde fiziksel tedirginlik çekmiştim; sürekli kaynayan zihnim yüzünden entelektüelin
durağanlığını asla olumlu bir nitelik olarak göremedim.
O “Asla!” sivri çakıllardan, çelikten, kırık camlardan, dikenli tellerden oluşuyordu. O
“Asla!” bir engeldi, bir silahtı, hayatını ebediyen koruma adına yerleştirilmiş bir barikattı.
Beden oluşmuştu ama kanatlar henüz kozanın nemiyle ağırlaşmış durumdaydı. O geçici
devinimsizliğin tutsağı olarak antenlerimin gücüne sahiptim.
Onlar, hayatımın en büyük armağanlarıydı; görülmeyeni görmeme, algılanması mümkün
olmayanı duymama onlar yardım ediyordu.