Fatih bu şehir için surlara dayandığında, son Bizans İmparatoru Konstantin kaçmak yerine savaşarak ölmeyi tercih etmiş, nitekim öyle de olmuştu. Şimdi Fatih’in torunları, bu kadim şehri kurşun bile atmadan düşmana bırakıyordu. Ne hazindi…
Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emri:
“Sancaklarımızı sardık ve kılıçlarımızı kınlarına koyduk. Düşmanlarımıza Vilson’un 14’üncü maddesi prensiplerine dayanarak, sulh teklif ettik. Mütareke olacaktır. Ateş kesiniz!” (Kasım, 1918)
Feth ettiğimiz yerlerin tayin edilecek gün ve saatte adım adım Ermeni kıtalarına teslim edilmesi, çekilişin gece ve yerli Türk halkından habersizce yapılması bildiriliyordu. Öyle ki, akşam bizim bayraklarımız altında uykuya dalan şu kurtardığımız Türkler, sabah olunca gözleriniz yabancı ve katil bir süngünün gölgesinde açacaklardı…
Biz Türkler, kendimizi anlatmak için ırk hüviyetimizi hiçbir zaman dile getirmezdik. Irkımızı da bilmez, ya inkar ederdik. Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece:
Osmanlı! der, geçerdik. Hatta dilimizin adı bile Türkçe değil, Osmanlıca’ydı. Tarihimizin de Osmanlı tarihi olduğu gibi. Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.