Hz.Ömer der ki; En zor ibadet,gönül kazanmaktır. En büyük günah kalp kırmaktır…
Hz. Ömer' den bir nasihat; Kendini fazla yorma, her sey Allah'in takdiri ile olur. Allah'in istemedigi sey sana isabet etmeyecek, emri ise seni iskalamayacaktir...
Reklam
Din, Allah ile kul arasında bir ilşkidir. Elbette din kardeşliği çok önemlidir ama Rabbimizin emri gereği iş, din kardeşine değil yalnız ve yalnız ehil olana verilir. Müslüman'ın vazîfesi de ehil olmaktır; ne iş yapıyorsa adâlet, ehliyet ve doğruluk üzere yapmalıdır.
EBÛ UBEYDE b. CERRAH Ümmetin Emini
Bir gün Emirü'l-ümera Ebů Ubeyde'nin öldüğü habe ri yayıldı. Hz. Ömer bir an sarsıldı, gözleri yaşlarla doldu..... Sonra yavaş yavaş kendini toparladı ve Ebû Ubeyde ile ilgili olarak şu sözü söyledi: "Eğer kabul olunacak bir dileğim olsaydı, hiçbir şey dilemez, sadece bir ev dolusu Ebû Ubeyde b. Cerrâh gibi insanlar olmasını temenni ederdim."
Efendimize yazılmış naatlar koca bir külliyatı oluşturur. İslâm edebiyatındaki naatların yüzden yetmişi Türkçe yazılmıştır, diyebiliriz. Hâlbuki, İslâm toplumunun Türkçe konuşanları o toplumun yalnızca yüzde yirmisini oluşturur. Yüzde yirmi oranındaki bir ahâli naatların yüzde yetmişini yazıyor. Bütün bunlar Hz. Peygamber muhabbetinin medeniyet perspektifimizde önemli bir yer tuttuğuna delâlettir. Ve doğrusu bu muhabbet, sadece muhabbeti hak eder.
Hz. Peygamber muhabbeti ise ancak ibâdet hâli içinde doğabilir. İbâdetle oluşan bir hâl ve bu hâlin şekillendirdiği nûrlu bir muhabbet! . "Öyle bir nûrsun ki gölgen bile yere düşmez Yâ Resûlullah!"
Reklam
Yine Uhud'a çıktığı bir gün sahâbilerden biri Efendimizin yanına gelip, "Ya Reûlullah! Herhâlde sizin en acı gününüz Hz. Hamza'nın şehid olduğu gündür" diyor. Hz. Peygamber başını kaldırıp "Hayır" diyor, "benim için en acı gün Tâif'te yaşadığımdır. Tâif'e gitmiş, onları İslâm'a dâvet etmiştim. Onlar ise dâvetimi kabul etmemiş, beni çocuklara taşlatmışlardı. Onların dâvetimi kabul etmeyip kâfir kalmaları beni çok üzer" Bu nasıl bir şefkat ve merhamettir! Bunu görüyor ve burdan kendimize ders çıkarıyor muyuz? Bizim için acı ve üzücü olan nedir? Kime kızıyor, kime merhamet ediyoruz? Kızma ve merhamet duygularımız nefsimizden mi kaynaklanıyor? Yoksa "hubben lillah, buğzen lillah" (sevmek de Allah için, kızmak da Allah için) kuralına mı uyuyoruz? İnsanlarla münâsebetimiz nasılsır?
Allah ve Resûlüne karşı gönlünüzde sevgi besliyorsanız, isimleri anıldığında sesiniz titriyorsa, gözünüz yaşarıyorsa, burnunuzun direkleri sızlıyorsa Allah ve Resûlü de sizi seviyor demektir. Kim ki Allah ve Resûlünü çok içten seviyor ve bunu derinden hissediyorsa, bilsin ki Allah ve Resûlü de kendisini seviyor. Allah ve Resûlünü sevmek onlar tarafından sevildiğimize delâlettir. Onlar tarafından sevilmeden onları sevmemiz mümkün değildir. Hep söylendiği gibi sevgi, yukarıdan aşağıya rahmet gibi yağar. Aşağıdan yukarıya bitki gibi çıkmaz. Çünkü hiçbir bitki yukarıya ve yukarılığa ulaşamaz.
Bir de "Gül kokusu Resûlullah Efendimize âittir." diye bir söz var. Söz doğru. Anlaşılma yanlış. Bizim Türkçe'de "çiçek" dediğimiz güzelliklerin Farçası "gül"dür. Yani Farsça'da gül, çiçek demektir. bizim gül dediğimiz çiçeğe Farsça'da "verd" denir. Dolayısıyla, Efendimizin kokusu gül çiçeğinin değil bütün çiçeklerin kokusudur. Daha doğrusu bütün çiçekler o güzel kokularını, o güzeller güzeli Fahr-i Kâinat Efendimizin o güzel kokusundan "şemme-i Muhammedî"den almışlardır, her çiçek kokladığımızda Efendimizin kokusunu alıp O'na salât ü selâmlar ederiz.
Habîb ise, "istemeden verilen" demektir. Efendimiz hayatı boyunca istememiş, istemesine gerek duyulmadan her bir şeyi karşılanmıştır. Kendi adına bir beklenti içinde olmamış, hep "Allah, Allah!" demiştir. Tâif'e gidişini, Tâif'te gördüğü muâmeleyi ve sonrasında ellerini kaldırıp kendisine o insanlık dışı muâmeleyi revâ görenler hakkındaki af ve merhamet talep eden yakarışını hatırlayın. Derdi hep ümmeti olmuştur. Efendimiz ömür boyu içinde olduğu hâl îtibârıyla Habîbullah'tır, Allah'ın sevgisine, aşkına liyâkatli olmuştur.
Reklam
EBÛ UBEYDE b. CERRAH Ümmetin Emini
Resûlullah, Erkam'ın evine yerleşmeden önce Ebû Bekir'in İrşadıyla İslam'ın ilk günlerinde müslüman olmuş... Habeş hicretine katılmış, Allah Resûlü ile birlikte Bedir, Uhud ve diğer büyük gazvelerde bulunmuş... Resûlullah'ın vefatından sonra da sırasıyla Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in yanından ve sohbetlerinden ayrılmamış... dünyayı boş vermiş, zühd ve takvaya sarılmış, kutlu ve yüce insan...
EBÛ UBEYDE b. CERRAH Ümmetin Emini
Hz. Ömer'in son nefesinde hakkında: "Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu halife tayin ederdim. Rabbim sorarsa da Allah ve Resûlü'nün emini olan kişiyi halife tayin ettim, derdim."
Allah'ın "Kün!" emriyle var olan insan şeklindeki Nûr-ı Muhammedî hemen şöyle demiştir: Lâ ilâhe ilallah- Allah'tan başka tanrı yoktur!" Allahu Zülcelâl bunu şöyle devam ettirmişti,r: "Muahmmedün Resûlullah!" Burada bir incelik var: "Lâ ilâhe illallah" kelime--i tayyibesi mahlûk sözüdür. "Muhammedün Resûlullah" sözü ise Hâlık'ın sözüdür. O Hâlık-ı Zülcelâl'in arz üzerindeki halîfesi olan insan, kendisini halîfe tâyin edenin yaptığı gibi "Muhammedü'n Resûlullah" demelidir ki halîfetullah olmayı hem hak etsin, hem idrâk...
Hz. Resûlullah'ın kâli, söyledikleri şerîattır, hâli tarîkattır, sırrı ise hakîkattir. O sırra aşina olup şerîatten uzaklaşmamak da mârifettir. (Efendimizin, Mirâc hakîkatinden sonra bile şerîatten uzaklaşmaması...) Gelin görün ki, hem toplum hem de Müslümanlar olarak bu hallerden ve dilden uzaklaşmışız. Dolayısıyla ne Efendimizi, ne şerîatı, ne de tasavvufu anlayabiliyoruz. Şerîat derken el kesmeyi ve recmi (taşlamayı), tasavvuf ve tarîkat derken de bilmem hangi ekolü anlıyoruz. Sanılıyor ki şerîat, tarîkat ve hakîkat birbirinden kopuk kompartımanlardır. Bu yanlış telakkî, biraz da Batılı bir zihne ve eğitime sahip olmaktan doğuyor. Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin anlatıldığı bir kitaba Görünmeyen Üniversite ismi verilmiş. Ne kadar haklı ve doğru bir isimlendirme! Görünmeyen esaslı üniversitelerin kapısından ayrıldığımız günden bu yana zihinlerimiz ve kalplerimiz çoraklaşmıştır.
1,500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.