“… Gittikçe güçlenen Hıristiyan dünya görüşü karşısında, ancak iki yüz yıl direnebilen Grek felsefesi, yerini hemen her alanda otoriteyi Avrupa’nın bu “egemen dini” parelelinde yapılan bir felsefe anlayışına bırakmıştır. Avrupa’da Augustinus, Thomas Aquinas, Duns Scotus; İslam dünyasında Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi, önemli felsefi öğretilere öncülük eden “özgün” görüşler ortaya koyan güçlü teolog-filozoflar çıkmışsa da, felsefe, dinlerin egemenliği altında teolojik sorunları çözmeye yarayan bir “araç” olmaktan kurtulamamıştır.”
Doğu'daki İbn Rüşd'ün fikirleri, İbn Haldun'un sosyolojisi gibi İslâm kültür ve tarihinin yüksek değerleri, Batı'da Hegel, Ricardo ve Saint-Simon tarzındaki, bilim ve sosyalizmin gelişmesinde büyük rol oynayabilirler.
Sonuç olarak, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd'ün siyasî felsefelerini incelerken benim başlangıç noktam İslâm’dır, Aristo değildir; çünkü ben şuna kâniyim ki, onlar ilk planda Müslüman felsefecilerdi İkinci planda ise üstadları Eflatun ve Aristo'nun takipçileriydiler, iki hükümran ruh dünyası onların zihninde karşılaşır ve onlar nebevî kanun şeklindeki vahyi, Yunan şehir-devletinin Nomos’u biçimindeki akılla bağdaştırmaya çalışırlar.
İstanbul fâtihi, sınırsız güç sahibi mutlak bir hükümdar olmanın yanı sıra, dünya hâkimiyeti fikrini de benimsemişti. Onun bu düşüncesinin kaynağı, Türk- Moğol hakanlık, İslâmî hilâfet ve Roma imparatorluk fikriydi. Fâtih Sultan Mehmed'in İtalyan nedimlerine Roma tarihleri okutarak bu geleneği kavramaya çalıştığı da bilinmektedir. Onun bu
Batı'nın soylularının okuma yazma bilmemekle övündüğü bir bir çağda, Marakeş'te, Halife en-Nasr, İbn Rüşd ile oturup kalkıyor, Aristoteles ve Platon konusunda onunla tartışmalar yapıyordu.