Ölüm, söz edilmeye bile değmeyecek bir klişe haline nasıl gelmişti acaba, herkes ölümü bildiğine inanmıştı herhalde. Hiç bilmedikleri bir şeyi bildiklerine inanmalarında bir tuhaflık görmemişlerdi.
- Ben hayatın gerçeklerini senin tahmin ettiğinden daha fazla biliyorum. Yoksulluğu, ölümü, kederi, çaresizliği biliyorum. Narin bir çiçeğin yapraklarına konan böceği yediği bir gezegende yaşadığımı biliyorum. İnsanların binlerce yıldır birbirine acı çektirdiğini, birbirinin hakkını gaspettiğini, birbirini öldürdüğünü biliyorum. Ben hayatın gerçeklerini biliyorum. Ben de herkes gibi zehirli baldan yiyorum. Zehiri sessizce yutuyor, balın tadını çıkarıyorum. İstediğin kadar şikayet et, istediğin kadar kork, bu bal zehirli, korkmak, şikayet etmek zehiri yok etmiyor. Sadece balın tadını almanı önlüyor. Ben hayatın gerçeklerini biliyorum, sadece o gerçeklere aldırmıyorum. Zehiri yakınmadan yutuyorum, o zehrin sonuçlarını da umursamıyorum. Sonunda herkesin öldüğünü biliyorum çünkü ben…
İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki hiç kimsenin hayatı kendi geçmişinin köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparklardaki kukla hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimaliyle yaşıyordu.