Yan tarafımdaki yara izlerini gösteriyorum, sağ kalçama en yakın olanları.
"Ve bir böbrek," diye ekliyorum.
Parmakları yara dokusunun üzerinde geziniyor ama bir kez olsun gerilemiyorum.
Asit gibi hissetmek yerine, ilk kez bana dokunan iyileştirici bir merhem gibi
hissediyorum.
Dudakları omzuma değiyor.
"Başka?" diye fısıldıyor usulca, ellerini başka bir uzun yara izinin olduğu kıçımın kıvrımında gezdirirken.
Gözlerimi kapatıyorum. "Yüzüm. Şu anda orada kemikten çok metal var. Kemik yapısını eski haline getirmek için çok karmaşık, biraz da deneysel ameliyatlar yapıldı. Mucizeyi gerçekleştiren adam açıkçası bir dahi. Rusya'da yaşıyor ama sırf benim ameliyatım için Amerika'ya geldi. Para bir insanın hayatının sonucunu değiştirebilir."
Sadece bir yüz. Sadece bir yüz. Ama şekli bozulmuş olabilirdi. Bir canavara benzeyebilirdim. O zaman içim ne kadar çirkinse dışım da o kadar çirkin olurdu.
“Benim senden öte bir dünyam yok,” dedi Tatyana kırgın bir sesle. “Ne oyun oynamayı bilirim ne de numara yapmayı. Yalan söyleyemem, içim dışım birdir.” Başını önüne eğdi. “Baş başayken bana farklı davrandın,
sonra da ablamla evlenmeye karar verdin. Ladoga’dayken Daşa’ya bana karşı hiçbir duygu beslemediğini, yalnızca onu sevdiğini söyledin. Beni dönüşünün olup olmadığını bilmediğin bir yolculuğa yüzüme bir kez bile
bakmadan uğurladın. Bana hiç haber yollamadın. Bana küçük ipuçları vermezsen benim gibi biri gerçeğin ne olduğuna nasıl karar verebilir? Ben hayatımda senin yalanlarından başka bir şey görmedim ki...”
— Dostum, diye fısıldadı bana, zaman geçiyor ve hiç de lehime işlemiyor... Vicdanımda azaba yer yok, bu tür çekingenliklerden muafım, çok şükür!.. Bu dünyada zaten suçtan geçilmiyor... Saymakla bitmeyeceğini herkes anladı... Sorun devirdiğimiz çamlarda... Ve sanırım ben de onlardan bir tanesini devirdim... Hem de telafisi olmaz bir biçimde...
—
Halil Cibran'dan kısa bir hikaye: "Bir istiridye, yanındaki başka bir istiridyeye, 'Çok acı çekiyorum, içimde dayanılmaz bir ağrı var , tahammül edemiyorum' demiş. Öbürü halinden memnun ve umursamaz bir şekilde şu cevabı vermiş: 'Denizlere şükürler olsun, ne ağrım ne sızım var , hem içim hem dışım o kadar sağlıklı ki!' O sırada yanlarından geçen ve bu konuşmayı kulak misafiri olan yengeç umarsız istiridyeye dönerek şunu söylemiş, 'Dostunun ağrısı taşıdığı muhteşem inci sebebiyledir. "
Gerçekten ölmüş Vecdi Kartal. Bizimkiler doblonun arkasına yükleyip de getirdiler tabutu. Şimdi burada tabuttan uzun uzun bahsedeceğim, ama bırakayım tabut konuşsun çünkü tabut, karşıdan bakınca konuşuyor, o derece güzel:
"Almanya'dan geldim ama dilinizi biliyorum çünkü Muğlalıyım. Maunum, kulplarım pirinç, içim dışım vernikli. Muğla'da üretildim, Almanya'ya ihraç edildim. Tek kullanımlık tabutum ben, öyle diğerleri gibi içine yatır-göm, yatır-göm bir durumum yok yani. Transfer tabutu diyor Almanlar bize. İşte başka memleketlere mevta gönderirken kullanıyorlar. E boş tabutu geri göndermek de tabut parası kadar olacağından, tabut gittiği yerde kalıyor, artık sonumuz ne olur bilinmez. Ben şahsen hep bir Norveçli falan taşırım diye hayal etmiștim. Nedense o insanlara karşı ayrı bir ilgim var. Fakat gele gele Vecdi geldi. Bizde derler hep, taşıdığın insanın günahına göre ağırlık çöker üstüne. Yemin ederim Vecdi gavur ölüsü gibi oturdu içime. Anladım bunun ne mal olduğunu da, işte taşımam diyemiyorsun. Kimin omuzlarında taşındığın da önemli tabii. Vecdi' yi almaya gelenlerde gram keder yoktu. Çimento çuvalı gibi attilar beni de Vecdiyi de doblonun arkasına. Dedim başlangıcımız böyleyse, sonumuz hayır olsun inşallah. "