Ölümlerin en korkuncunu ölmeden önce yaşamıştı.
Ölümden değil, yaşlanmaktan, elden ayaktan düşmekten korktuğunu anlatmıştı dostları.
Ölümden o kadar da korkmuyordu herhalde.
Vazgeçebilmenin ve ruhsal gelişimin kır çiçeği tarlasına yağan yağmur gibi olduğunun, ancak kendimizi sınırlamaktan kurtulduğumuzda çiçek açabileceğimizin her biri değişik derecelerde farkına varmışlardı. Ama kendi içimizde bu tür bir çalışmayı niye yapıyoruz? Her ne kadar açık olsa da, şunu belirtmek gerekir: Neyle mücadele ediyor olursak olalım
Mırıldandıklarım
masumlar ne anlatır yüzlerinde?
cennet, neyi yitirdikten sonra aramaya
başladığımız şeydir?
içimizdeki boşluktan başka nedir ki ölüm?
bu boşlukla nereye dek gidilebilir?
Kumdaki ayak izleri gibi, kalmış bir hayatın izleri de içimizde yer eder. Bu izleri uyandıran şeyler artık uzakta olsa da izler içimizde kalmaya devam eder. Bizler de her gün kendi içimizde, bilinçsizce böyle izler bırakırız. Ama bunlar bizim düşüncemizi, hislerimizi ve inançlarımızı etkiler.
Ruhumuzdan gelen izleri silmek yerine, onları hayallerimizde, Özlemlerimizde ve bilinçsiz isteklerimizde iş işten geçtikten sonra bile canlı tutarız.
Kendi sahnemizde, partnerlerimizi bizim yazdigimiz senaryoyu oynamayı teşvik ederiz. Bizi memnun etmese de, aslında içimizden gelmese de, bizim dünyamıza uyan bir senaryodur. Bunlar sadece geride bırakmak istemediğimiz geçmişin izleridir.
Travma karanlık bir oda gibi olabilir. Biz onun içinde yaşarız ya da belki o bizim içimizde yaşar ve kaçabileceğimizden emin olmadığımız bir yer haline gelebilir.