Mırıldandıklarım
masumlar ne anlatır yüzlerinde?
cennet, neyi yitirdikten sonra aramaya
başladığımız şeydir?
içimizdeki boşluktan başka nedir ki ölüm?
bu boşlukla nereye dek gidilebilir?
İkimizde çok fazla "şey"e gereksinim duyuyorduk kimbilir?
Bu, büyük bir yoksulluğun göstergesiydi aslında ve öyle geçiyordu o kitapta...
Sana demedimdi bilmezsin.
Altını kalın çizmiştim oysa, aşağıda ki notla:
Aşkta her ayrılık;
"İçimizdeki sevinci ve ışığı yok etmeye çalışan gizli bir mızraktan başka bir şey değildir."
Hibiskus çiçeklerini,
Takamazsın artık kulak ardına...
Hiç heveslenme!
Lâkin aşķımız toprak oldu ve avuç açmış bir adamın eline benzer, artık!..
Sana da bana da;
Toprak, bomboş bir el gibi çorak, görünmez mi?..
Kötü ruhlara verip kendini; boş yere parala(n)ma!
Içimizdeki, "şey" var ya hani kendi elllerimizle yaptığımız "şeyler.."
Derine kazılmış mezarları bulunan, ölülerin cenaze törenlerinde
Ya da
Ellerimize ateş basıp, benzimiz kül gibi olduğunda ve sırtımız kamburlaştığında,
Buluruz kaybettiklerimizi!...
Onaylarsın sen de;
İçten bir gülüş,
Dostça bir bakıştı sevgimizin merhemi;
Gözlemizdeki parıltıydı...
Kabullenemedik ki!...
"O parıltı henüz konuşamayan çocukların gözlerinde saklı şimdi..."
Kim bilir belki de,
Sen sevinçten veya dertten,
Ben dertten veya sevinçten bağırır dururuz...
Fırrtınalı bir günde, sarp kayaları döven dalgaların çatırtısı gibi...
Toprak toprak üstünde,
Toprak üzerimizde;
Başka türlü düşünür olduk şimdi...
Derin yaralarımızda,
Derin yarıklarımızda;
Gerçek gökyüzü mavisi yok ki!..
Oysa;
Mutluluğun rengini güneş belirlerdi...
İmdi, rengi bronzlara büründü mutluluğun...
İçimizdeki ses;
Keşke birer kuş olup, göğe ve güneşe yükselebilseydik, diyor...
Bak işte;
Sindiğin uzak dağlara yağmurlar yağıyor...
Koyu gri bir renge büründü gökyüzü;
Karardıkça karardı dağlar ...
Ki, yağmurlarıın öncesi;
Güneşindim,
Yağmur sonrasına güneşin!...
Sana değer vereni göremedin, önemsemedin...