“Böylece dolaştı İzmit şehrini Ali Kemal. Sonra dedim ya astılar şu köprünün üstündeki dallara ölüsünü. Sonra ölüyü indirdiler fakat gömleği mi, donu mu ne iç çamaşırından bir şey öteki dalda bir iki ay sallanıp durdu. Sonra satıldı müzayedeyle saati filân, çok sonra... Ben birini bilirim tek çorabını hatıra diye beş liraya alan.» Tatar yüzlü adam sordu: « Saat altın mıydı?» « Altın.» « İyi etmemişler, saatı da alan çorabı da alan iyi etmemiş. Uğurdur derler, inanma. Asılan insanın eşyası uğursuzdur. İyi etmemişler.”
Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Bayramda güler çehre-i mâ'sûm-i sabâvet,
Ümmîd çocuk sûret-i sâfında ıyandır
Her cebhede bir nûr-i mücerred lemeânda;
Her dîdede bir rûh demâdem cevelândır.
Yunan Mitolojisine göre insanlar aslında dört kollu, dört bacaklı, bir başta iki yüzlü yaratılmışlar. Dokunmak için dört el. Konuşmak için iki ağız. Bunun gücünden korkan Zeus onları iki insan arasında pay etmiş ve insanları diğer yarılarını arayarak yaşamaya mahkûm etmiş.
Belki de iki yüzlü pencereydi benim gördüğüm; ondan geçen bakışın hangi taraftan geldiği hem görenin hem de görülenin yaşadığı duygulara bağlıydı. Üstelik ona ille içeriden ya da dışarıdan bakılacak diye kesin kural da yoktu, göz yetiyorsa aynı anda iki taraftan da bakilabilirdi. Hiç kuşkusuz bu durumda kendisiyle karşılaşırdı insan; görse görse, bir pencereden eğilip bakan kendisini görürdü düş kadar yakın uzaklıktan... ola ki şaşırdı once; bir yanıyla, yüz yüze geldiği insanın kendisi olduğuna inanmak istemezdi.
Peki, ya pencerenin karşı tarafındaki; o inanır miydi aslında kendisinin öteki olduğuna?