- “... Eve vardığımda vakit gece yarısıydı. Kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. Holde bir süre bekledim, hiç ışıkları açmadan. Hep burada, holde kalsam, ölünceye kadar, hiçbir yere kıpırdamadan… İçeri salona geçtim, ayakkabılarımı salonun ortasında çıkartarak. İşte kırk küsur sene sonra geldiğin yer; İstanbul’un fizanında, adına uydu kent denilen uydurma bir kentinde, civciv büyütülen ışıklı çekmeceler gibi, bilmem kaç metre kare bir konutun içinde, duvardan duvara hazır halı, beyaz eşya ve panjurlarıyla içeri girdiğin ve bir üçlü koltuk, bir ikili koltuk, televizyon ve bir ikiz yatakla sürdürmeye çalıştığın, boyundan büyük hayallerin altında kalmış bir hayat.
İşte elinde kalan...”