Biliyorum, içimdeki hikâyelere yol açmak, kendilerini benim kalemimden anlatmalarını sağlamak için yazıya geliyorum. Kendilerini anlatmalarını diyorum çünkü bence bu süreçte ne zaman kendimi önemsediysem o zaman yazamadım. Ama ne zaman bir hikayenin ateşine, duygusuna, beni dürten bir şeye kapıldım, o zaman yazmadan duramadım. Ne yazık ki yola bu ateşle çıkmayı öğrenmiş olsam da, yazmadan duramasamda bir yer geliyor ve yine kendimi önemsediğimi, yayınlanmayı hayal ettiğimi fark ediyorum. İşte o zaman dikkatim kayıyor. Hikâyemden, onu bana getiren ateşten uzaklaşıyor, bunlardan ne olur acaba, bu yayınlanacak kadar iyi mi? sorularına dikkatimi vermeye başlıyorum. Hiç bir yere varmıyor bu yazdıklarım dediğimde ateşim sönmeye başlıyor.
Aslında o anda yayınlanmak değil meselem. O anda hikâyem benimle konuşmaya başlıyor, tamamlayabilirsin beni şimdi, toparla bu yazıyı diyor. Amerikalı şair Roethke öğrencilerine “Yayınlanmayı düşünme. O önemsiz.” dermiş. Ben bunu “Önemli olan tek şey yazma eylemidir.” olarak alıyorum. Hikâyeler bize anlatır ne zaman bitmek, nasıl anlatılmak istediklerini.
Yazmaya çabalayan, hikâyelerin belirsizliğini bilen bizler için önemli olan tek şey yazma eylemi olsun istiyorum. Yazarsak, yazıda kalır, hikâyeleri duymayı kabul eder, yazmamız gerektiğine inandığımız her neyse ondan uzaklaşıp, dinlemeyi kabul edersek işte o zaman gerçekten güzel hikâyeler bizim üzerimizden kendilerini anlatmaya başlarlar. Bir kitabın içinde, bir blog sayfasında, bir dergide, ya da odamızda bir çekmecede…nerede var olmak istediklerini onlar bize söyler, buna inanıyorum.