Öldüğünde kefene sarılması çok da yabancı değildi aslında insana. Öldüğümüzde kefen giydiğimiz gibi hemen kundaklandıp sarılmıştık bir örtüye doğduğumuzda. Belki de geldiğimiz gibi gideceğimizi de çok kalıcı olmadığımızı da anlatıyordu bu manzara. Başlangıç ve son aynıydı aslında. Tek fark doğduğumuzda sıcacık ana kucağına koymuşlardı bizi, öldüğümüzdeyse kara toprağın bağrına ve günahsız geldiğimiz dünyadan ayrılıyorduk, günahlarımızla.
Yaşadığınız şehrin yüksek bir tepesine çıkıp yukarıdan hem kendi yaşantınızı hem de etrafınızdaki insanların yaşantılarını gözlemlediğinizi hayal edin. Ya da bir günün sonunda gün içinde ne kadar çok boş işle uğraşıp, gereksiz sözler sarf ettiğinizin bir hesabını yapıyor olun. Bu basit hesap sonunda karşılaşacağınız tablo içler acısı olacaktır. Siz bunu kendinize yapsanız da, yapmasanız da her anınız görüntülenmekte, yaptığınız her iş ve sarf ettiğiniz her söz kayıt altına alınmaktadır. Farkında olsanız da, olmasanız da bir farkında olan bulunmakta.
...ölüm sizi bulduğu sırada ne yapıyor olmayı dilerdiniz? Kendi adıma ben, insana yakışır, faydalı, insanların genel görüşlerine aykırı olmayan ve soylu bir davranışta bulunurken ölmeyi tercih ederdim.
Fakat çok yüce şeyler yaparken beni bulmayacaksa, en azından yapmama izin verilmiş ve hiç kimsenin engel olamayacağı bir şey yapıyor olmayı dilerdim; kendime çeki düzen vermek, görünüşleri kullanma yetimi geliştirmek, zihnimin huzuru için çabalamak, ilişkilerimi olmaları gerektiği gibi düzenlemek...
İnsanlar birbirlerine ne kadar tahammül edebilirler? En yakın dostlar bile şayet dostlukları iman bağı ile bağlanmamışsa çok ufak bir çatışmada dahi ters düşüp en büyük düşmana dönüşmezler mi?