Mahmud, kısaca özetlersek, kendinden evvel gelen bütün padişahlardan çok farklı bir tip. Saltanatın yeniçerilere dayanmadığını, dayanamayacağını, eninde sonunda halka dayanmasının mecburi olduğunu anlayan ilk padişah. İstanbul'dan çıkıp diğer şehirleri gören ve oradaki halk ile temas ederek dertlerini dinleyen ilk padişah.
Duvar örüyor, keser tutmayı hemen öğreniyor diye pohpohluyoruz. Oysa evvel eski biz olmadan da yapar bunları köylüler... Yalnız bunları mı? İşlerine yarayan her şeyi bilirler. Biz de onların bildiklerinin kara cahili değil miyiz? Öyleyken niçin tepeden bakarız köylülere? Böyle tepeden bakmakla bile ihya ettiğimizi sanırız, niçin? Gerçekçi olamadığımızdandır bu...
Neydi kitap? Düpedüz dolandırıcılık aracı... Doğruluk yazar, mertlik yazar, insanlık, kardeşlik, sevgi, acıma yazar. Bütün tutunamadığımız, çiğnediğimiz, alay ettiğimiz şeyleri yazar.
Yorgunluktan diyorum ama aslında yaşamaktan usanmaktı bu... Ayakları yere basmayan, gözle görünür ürün veremeyen ülke yokmuştu bizi... Bir bakıma hiçbir şey yapmadan yorulmuştuk. Çabalamadık demiyorum. Olağanüstü büyük işler yapıyoruz sanmıştık.
İnandıklarımızdan bir milimetre ayrılanları hain sayıyorduk... Kurtarıcıların her sözüne de ne kadar çelişmeli olursa olsun hemen inanıyorduk. Edilen lafların millet yaşayışındaki sonuçlarını izlemeye lüzum gören yoktu.
Bazı geceler de gökyüzünü yıldızlarla döşeli bulurduk. O zaman sevincimizde sınır yoktu. Ve bizler umutla doluyduk. Sıkıntılardan, acılardan sonra gelecek güzel günlerin, daha güzel olacağına inanıyorduk. Bu umutlar, bu hayaller benimdi.
Bir seviniyordu ki el kapısından kurtulduğumuza. Deli gibiydi. Görmedi gününü. Doya doya çalışamadı kendi işimizde. El işi zor geliyordu kendine, el işi, el için çalışma öldürüyordu onu. Ömrü el işinde tükendi.