Mekke’nin hatırlı sakinlerinden Abdülmuttalib, birkaç ay evvel evlendirdiği oğlu Abdullah’ın mürüvvetini görecekti. Ne var ki takdir-i ilahî, genç Abdullah’ın, doğacak oğlunu görmesine izin vermeyecekti. Abdülmuttalib, evlat acısıyla tutuşan yüreğini, oğlunun yadigârı olarak dünyaya gelen torunuyla soğutacak, onunla teselli bulacaktı. Abdülmuttalib güzeller güzeli torunu için akîka kurbanı olarak bir koç kesti. Herkes onun bu sevimli yetime ne ad verdiğini merak etmekteydi. Hemen sordular: “Doğumu münasebetiyle ziyafet verdiğin bu oğluna ne ad koydun?” Abdülmuttalib, “Muhammed adını verdim.” dedi. Bu, oradakilerin aşina olduğu bir isim değildi. Bu nedenle tekrar sordular Abdülmuttalib’e: “Ey Ebu’l-Hâris! Bu çocuğa neden babalarından birinin ismini değil de Muhammed adını verdin?” Şöyle cevapladı dede: “İstedim ki onu Yüce Allah göklerde, insanlar da yeryüzünde övsün!” (İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, III/32). Zira Allah Teala’nın kendisine ilham ettiği bu isim, “övülen, övgülere layık” manasıyla bütün hayırlı sıfatları kapsayan bir anlam taşımaktaydı.