Önce şiir değil benim için. Önce sen. Bu “senin içine 60 kilon, kaşın, gözün, tenin, gençliğin, merhabamız, sustuğumuzda aramızda, masada, havada olan o isimsiz kesiklik, sonra senin o bulunmaz yiğit kalbin, hilesiz dokun...Hepsi, hepsi girer.
Hayalin Derinlikleri anlamına gelen güzide bir kitap. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi'nin bu kitabı, edebiyatımızda bence sıkça gözden kaçan eserlerden biri. 1910 yılında basılmış. Yazarın vefatından sonra da 1. ve 2. kısım birleştirilip yayımlanmış. Kitap; roman, şiir ve eski edebî geleneklerin beraber mayalandığı bir eser tadı veriyor.
Kitabı spoiler vermeden özetleyecek olursak varlık-yokluk, madde-mânâ, ruh-beden, elif-nokta gibi mefhumların arasında sıkışmış ve kafası karışmış isimsiz kahramanımız bir gün mezarlıkta dolaşırken oradaki bir kulübede Aynalı Baba isminde derviş bir zatla tanışır. Gün gün o adamın yanına gelir. Kahve içerler. Ney dinlerler ve kahramanın ruhu bu anlarda yolculuklara çıkar, rüyalara dalar.
Birinde kendini Hint padişahının oğlu olarak görür; birinde Ayasofya Camiinin müezzinidir; birinde Çin'dedir; birinde Zerdüştlükteki iyilik ve aydınlık tanrısı Hürmüz'ün (Ahuramazda) ordusunda askerdir; birinde Anka kuşunun sırtındadır; birinde Antik Yunan filozoflarıyla sohbettedir.
Kitapta kadim doğu bilgeliğiyle batı bilgeliği harmanlanmış görünüyor. Modernleşme krizi ve savaşlar sonrası yıkılış devrine giren Osmanlı İmparatorluğu, hakikati yine geçmişte aramakla yüzleşmektedir. Kitapta dindarlık taslayanlar da eleştirilir. Sosyal meselelere de değinilir. Eski masalsı hikâyeleri, ezoterik unsurları seviyorsanız bu eseri de seversiniz. Dil açısından da lezzetini pek yitirmemiş bir dil kullanılır. Güzel gazeller ve şiirler de mevcut. Bu eserin, edebiyatımızda hak ettiği yeri pek bulamamış bir eser olduğunu düşünüyorum.
A'mâk-ı HayâlFilibeli Ahmed Hilmi · Kapı Yayınları · 201116,8bin okunma
Dialog
Nasıl net gözlem yapa biliriz?
Olanları bir birinden nasıl ayıra biliriz?
Doğru,yanlış nasıl kolay anlarız?
Nasıl nura ulaşıb yalnışdan arınırız?
Derler insan çözülmez kutu bağlı.
Açılmaz bu kutunun hiç bir zaman sırları.
Dünya senin, onca malın olsa,
Bir değil, yüzlerce canın olsa,
Binlerce yapraklı ağaçların bile,
Çırılçıplak kaldığını, yıkıldığını gördüm,
Başı göklerde en ulu çınarların bile.
Pırasa gibi uzun sarı saçların bile,
Gül benzinin solduğunu gördüm,
Boncuk boncuk gözlere yaşların dolduğunu gördüm.
Güvercin kalplerin kırıldığını, bedenlerin gömüldüğünü gördüm.
Ancak;
Alıp götüren olmadı şu dünyadan bir ceket bile,
Unutuldu en çok sevilen, en güzel açan çiçek bile,
Ama;
Doymuyorsa gözün, hep açsa boğazın,
Yetinmiyorsa nefsin, yoksa hiç azın,
Bir gün gelir düşer çenen, kapanmaz olur ağzın,
Kalkmaz olur dibin, çalmaz sazın,
Mevsim geçer hazan olur biter yazın,
Sonra;
Seni de gömerler dibine isimsiz bir kazığın...
erbil
Böyleyim diye ayıplama beni
Bir gün kendimi
Sonsuzluğun koynuna bırakırsam
Yaralı ve yenik bir asker gibi
Darılma
Unutma ki
Her seven isimsiz bir kahramandır
Unutma ki
İnsan; sevebildiği kadar insandır.
Ne kadar da ağır bir sevdadır,
Senden sonra halim viranedir.
Göremedim zamanlarda
Yüreğimin içi talandır.
Benim, sazsız bir şarkı
Benim, isimsiz bir şiir
Seninle yaşlanmak isterim
Ben sana sen de bana lazımsın.
Hadi artık gel, sensizim
Ne yapayım ki aşığınım
Gözyaşların aklıma gelir,
Onlar gibi sana muhtacım
Bu kitabı okumak planlarım arasında yoktu. Geçen sene sanırsam eylül, ekim gibi okumuş ve
Tarık Tufan kalemine bir kez daha hayran kalarak kütüphanemin baş köşesine koymuştum kitabı, hafızamda düşünülesi cümleler ile... Hele bugün kitap okumak gibi bir planım da yoktu zira yarın iki sınavım birden var birer saat aralıklarla. Ama nasibimde varmış bu
"Avlulardan toparladım kendimi
çöpler ve atık şişeler arasından,
çarpılmış ağzımla sayıkladım seni,
seni, ölçü içinde ebedi olan.
Nasıl da kaldırdım yaralı ellerimi
isimsiz bir yakarışla sana,
bulmak için tekrar gözlerimi,
bir zamanlar seni görmüş olan.
Bir evdim yangından arta kalan,
içinde bazen katiller uyuyan,
bitmez tükenmez cezaları,
kırlara sürmeden önce onları;
bir kent gibiydim deniz kıyısında
salgın bir hastalığın tehdidinde
bir ceset kadar ağır
çocukların ellerinde sallanan."
Sen uykusuzluk nedir bilir misin
Tırnaklarınla yastığını parçaladın mı
Gözlerini tavana dikip
Düşündüğün oldu mu bütün gece
Ve bütün bir gün
Belki gelir ümidiyle bekledin mi hiç
Gelmeyince
Seni aramayınca
Ben istemiyorum ki sen bana yaşattığını yaşa. Onun için bile hayatında biri olması lazım. Hem yaşarsan eğer çok sevmek zorunda kalırsın. Gözün kör olur kalbin adıyla atar. Bir de adı olacak yani isimsiz olmaz ki, gülme işte gülüyorsun biliyorum. Ben istemiyorum ki sen başkasını sev ya da her hatırladığında gözlerin dolsun. Hep istenmeyen kişi ol. Dayanamazsın sen çeker gidemezsin malesef.Nasıl unuturum bir de bu var, ya doğrusunu söylerse!Yaşarsan kalırsın,öylece durur ne sağa ne sola adım atabilirsin. Ben istemiyorum ki sen ağla, o gözler gülünce sen sevince aşk ikimizle nitelik kazanıyor. Sevince dedim dedim ki anla, yaşama sen yaşarsan sevilmezsin kalırsın kalbi aklıyla birleşmiş bir zihinde. Ben istiyorum ki sen ben yaşasak yasallaşsak yaşadığımızı yaşattırsak...
Bedirhan Mürşit
nicedir seyduna'nın dağlarında kuşlar yerine
kurşunlar kanat çırpardı.
kurşun, kendi çığlığına uyanır,
kendinden utanırdı bu coğrafyada,
ki hiç sevmedi sesini, ismini...
ölüm arayan, ışığında oturur ağlardı.
ne zaman çığlık kopsa, bilirdi,
ardı derin susku kuyusu olurdu,
bir yaprakta olsun solumazdı hayat.
şehirleri birbirine