Şurası açık ve kesindir ki risalet dönemindeki müminler ve özellikle de risaletin Mekke yıllarında İslam davetini kabul eden Müminler için şirkten Tevhide geçiş, herhangi bir inanç veya hayat tarzından, başka herhangi birisine geçiş türü bir değişim değildi. Gerçekleşen değişim, sadece veya dava çok bir isim değişikliği, muhit değişikliği, arkadaş değişikliği, lider değişikliği, ideoloji değişikliği, siyasal tercih değişikliği... değildi. Gerçekleşen, elbette ki bunları da kapsayan bir değişimdi; ama daha çok ve hatta en önemlisi ahlak değişimiydi. Zira İslam daveti, risalet sürecinin hiçbir aşamasında, hiçbir zaman, ahlakı arka plana atan, ahlaki değişimi geciktiren bir yaklaşımla ve eğişime sahip olmadı. Bunun en küçük bir örneğini bulmak mümkün değildir. Risalet sürecinde, iman etmenin olmazsa olmaz şartlarından Allah'ı tek ilah olarak bilmek, bilmekten daha çok, O'nun tek ilah olduğu bilinciyle O'nun emir ve yasaklarına itaat anlamına geldi. Hz. Muhammed in peygamber olduğunu kabul etmek, sadece kabul etmekten çok, O'nun bildirdiği İlke ve şartlara teslim olmayı, onlara göre yaşamayı ifade etti. Ahireti, kıyameti, hesap gününü, cenneti, cehennemi tasdik etmek, sadece tasdik etmekten çok; dünyadayken yapılan tüm işlerden hesaba çekilme bilinciyle sorumlu ve bilinçli yaşamak, davranmak demekti. Kur'an'ın vahiy olduğunu kabul etmek, Kur'an'ı kutsal bir metin kabul etmek değil, Kur'an'ı inancın ve hayatın kitabı kılmak demekti. Namaz kılmak bir tapınma eylemi değil, 'kötülükten uzak durmaktı'. Mümin olmak, sadece isim değişikliği değil; hakkın şahidi olmak, hakkı insanlar arasında temsil eden olmaktı...