Yazmak elbette yalan söylemektir. Hiçbir yazı doğrunun ağırlığına yeğ tutulmaz. Ama taşralı kızların en tabii makyajıdır yazı. Bir istasyon memurunun saçlarını ağartan sessizlikler olur bazen. Duvarlara düşen gölgelere bakar yazılar. Her ikindi vakti yazının yarattığı bir sızıdır. En siyah renk yazıdır. Beyazdan da aktır bazen. Yazmak bomboş bir dükkândır müşterisi olmayan. Beyhude bir hayatın izini sürenler yazılarla karşılaşırlar. Aşk ise okunaksız bir alınyazısıdır çoğu zaman. Annemin söylediği her şeydir yazı ve babamın ömrümü dolduran suskunluklarıdır da. Yazmak gökyüzüne atılmış bir adımdır da gök her defasında boşa çıkar. Estetik bir öfkedir ve cennetteki sıkıntıdır yazmak. Cehenneme su damlasıdır...
Paul Tillich (1952) ise umutsuzluğu ‘son istasyon’ olarak
betimler.
Kimse onun daha ötesine gidemez. Orada artık
gelecek görünmez, yokluk mutlak zaferini kazanmıştır.
Umutsuzluğun acısı, varlığın farkında olarak yokluğun gücüne
teslim olmasıyla belirir.
Eğer anksiyete sadece kader ve ölüm
anksiyetesi olsaydı iradi ölüm umutsuzluğu savuşturmaya yeterdi. O zaman gerekli olan olmamak cesareti olurdu.
Ancak umutsuzluk aynı zamanda suç ve kınanma umutsuzluğudur,
içimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız.
Düşler ve tarih inilecek son istasyon
Burdayım işte güzel bir yanlıştayım şimdi
Beklemesini bilmiyor acelesi olan ve nedense
Çekip gidiyorlar, kalanlar o kadar azız ki
O kadar azız ki mutluluk bile bizden çok