Hatırımda bir de son karşılaşmamız var. Bu kışın ortasıydı galiba. Ağaçların yaprakları dökülmüş, dallar çıplak. Hastalığımın en harlı zamanları. Veremin, bana söylenmeyen kim bilir hangi merhalesi? Senin her şeyi göze alarak, annemi, kendi aileni, elin günün ne diyeceğini, bütün kınamaları ve kınayıcıları, dedikodular bütün bunları hiçe sayarak, hiç tanımadığın bir şehirde Paşazade yalısının kapısını çalarak, önüne dikilen her kimse onu elinin tersiyle bir kenara iterek odama girdiğin gün. Şu hasta yatağımın önünde diz çöküp ellerime sarıldığın gün. Sırtındaki leylak rengi aynı manto, boynundaki eşarbın deseni, ellerin ve sesin kalmış aklımda. Bir de saçların, her zamanki gibi.
"Haydi" demiştin. "Ziya, kalk gidelim buradan. Seni almaya geldim."
Yüzündeki, masum bir çocuk bakışı değildi. Gözlerinde gördüğüm güç beni bile şaşırttı. Yüzünün rengine bakılırsa damarlarındaki bütün kan çekilmişti senin de benim gibi.
"Haydi" diyordun sürekli. "Ziya, kalk gidelim. Viyana'ya dönelim. Orada evlenelim. Bize kim dur diyebilir? Biz istersek bize kim mani olabilir? Bu hayat bizim, bize kim karışabilir?"
"Kim?" Işte benim hayatımın sorusu."Kim?"