— [...] İlimce, fence, edepçe, malumatça, tahsilce senden pek aşağı olanların yüksek mevkiler ihraz ettiğini söylüyorsun. Fakat bu pek tabiîdir. Çünkü sende olmayan bir şey onlarda vardır: Liyakat... Liyakat karşısında senin ne ilmin, ne fennin, ne edebin, ne malumatın para eder, ne de tahsilin, iktidarın... Eminim ki şimdi şurasını okurken başını sallıyor, içinden:
— Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim:
— Sende liyakat yoktur! "Ne malum?" mu diyeceksin? Dur sana ispat edeyim. Bizim Rüştiye'de iken bir mantık hocamız vardı. Derdi ki:
— İlim, tarif demektir, evlâtlarım, size bir şey söyleyenin "o söylediği şeyi" hakikaten bilip bilmediğini anlamak istiyor musunuz? Kullandığı tâbirleri tarif, tahdit ettiriniz. O saatta ilmini, yahut cehlini anlayacaksınız.
Ben çocukken öğrendiğim bu eski usulü Istanbul'da sana çok tatbik ettim, Sen her lafın arasında nakarat gibi kullandığın "medeniyet, fert, cemiyet, tarih, tahaddüs, terkip, tahlil.. ilâh.." gibi tabirlerin birisini bana -velev yanlış olsun- tarif edemedin. Hatta hiç unutmam, bir kere:
— Şiirin ne olduğu asla tarif olunamaz, dedin. Hatırlıyor musun? Fakat "liyakat" böyle ilmî(!) bir tabir değildir. Bu âdeta altın gibi bir şeydir. Kimde varsa ne olduğunu güneş gibi bilir, tarif eder.