Onları dinledikçe aklında yeni bir aşk kavramı şekillendi.
Aşkın akılla alakası yoktu. İnsanın aşık olduğu kadının mantıklı düşünüp düşünmemesi önemli değildi. Aşk, aklın üzerindeydi.
Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur.
“ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun…. madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki:
“ Yok… güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki… bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak için değil!
Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya… İşte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi."
O kız da aynı. Ancak sert olarak tanımlayabileceğim gözlerini
gördünüz. Hiç kimse tarafından korunup kollanmamış.
Hep kendi başının çaresine bakmış. Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak ve kibar olmaz.
"içimdeki yaşadığım hiçbir parçanın benden ayrılmasını istemiyorum! Ve eğer bu içgörülerinin bedeli gerilim ise
ne yapalım, öyle olsun! Bu bedeli ödeyebilecek kadar zenginim!"