Ülkelerden bir uyurgezer gibi geçiyor. İç dünyasında daldığı düşlerden, kahvede bir masaya yerleşen irikıyım bir burjuvanın ya da burnunu çekerken zil gibi sesler çıkarıp sümküren pansiyoncu kadın siluetini bir bakışta kapıvermek için uyanıyor ancak. Bir tetik hızlılığıyla, acınacak halde olan kendi dramlarını, buruk sevinçlerini, nazlı pişmanlıklarını anımsıyor. Onları evirip çeviriyor, derisi yüzülmüş tavşan eti çıplaklığıyla gözleri önüne getiriyor. Ama onları saran dekor sis içinde titriyor, geriliyor. Dostoyevski insandan ötesini görmüyor. Görüş alanı insanla sınırlanıyor. Manzara onu ilgilendirmiyor. Torino'nun düz ve dik sokaklarına bakıyorsa bu, onları St. Petersburg'un sokaklarıyla kıyaslamak içindir. Arno, ona Fontanka'yı hatırlatıyor. "Ne doğa, ne anıtlar, ne de sanat yapıtları onu ilgilendiriyordu, diye yazıyor Strakhov. Tüm dikkatini insanlara yöneltiyordu."