Sezai Karakoç'un Mona Roza şiiri ve hikayesi...
Sezai, gelecekte başına geleceklerden habersizce üniversiteyi kazanması üzerine Ankara Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesine gider. Bir zaman sonra başlar dersler ve okula gidip gelmeye başlar Sezai Karakoç. O zamanlar yeni bir üniversite öğrencisi olmanın heyecanını taşımaktadır. Dersler devam ederken neden sonra gönlünü bir muhacir kızına
Mona Roza - Sezai Karakoç
Hayatımın önemli bir kısmı edebiyat ile iç içe geçmiş olmasına rağmen, şiire bir türlü ısınamadım. Bazı şiirler hariç olmak üzere, hiçbir şiirin beni etkilediğini düşünmüyorum. Peki bu iletiyi neden yazıyorum? Dün sabah yine bu sitede bir okurun, Mona Roza - Sezai Karakoç şiirini paylaştığını gördüm ve yaklaşık 24 saattir aklımdan çıkaramadım.
Reklam
(Şair ve ben )&Kemal Sayar
youtu.be/YoQ6RECY0lI İnsan olarak en çetin uğraşımız sahici ve halis olabilmek. Sözü ortamına göre eğip bükmemek, kendi olmak cesaretini gösterebilmek, kalabalığın isterisine kapılıp gitmemek. Selamet der kenarest. Özü sözü bir, hayallerine ve değerlerine sadık insan olarak, iç bütünlüğünü büyütebilmek. Çakallaşmamak. Kendi hakikatine
Karalama (Naçiz' Hane)
Bazen de yalnızlık değildir... Bi şiiri har vurup harman savurmak için... Acıyı haykıranlardan olmak da değil aslında... Yer altı edebiyatının edebiyat içinde değerlendirilmemesi canını sıkabilir bir insanın... Ya da yere düşen bir insan düşünün ki, gücenmesin diye ulu orta gülmemeyi etikten sayan diğerleri; kahkahalarını sonraya sakladığı için göğsünün orta yerine oturmuş bir Nietzsche' si olabilir insanın... Gerçi Nietzsche' nin çok fazla kullanılması da üzebilir insanı... Zaten bizler ya da yazarlar ya da çizerler bir şekilde çayın varoluşu üzerine kafa yormasından daha önemli değildir bu durum... Ama yine de Nietzsche bir çaydan daha fazla yalnız olabilir... Hayır bu sefer yazılmayacak yalnızlık adına... Çünkü Dali' nin "sürrealizm benim" demesi ve İspanyol Franko' sunu faşist ilan etmesinden daha önemli değil... Her ne kadar ülkesi gibi kalabalığın içinde yalnız kalma cesaretini içinde barındırsa da, Dali bir deliydi ve akıllılık para etmiyordu 1950 Avrupasında... Velhasıl yalnızlıktan daha güzel dertler edinebilir bir insan... En sevilen dolma kalemin tükenmesinden, boşa harcanan zamandan, son anda bittiği anlaşılan bir otobüs kartından, yok edilen özgürlükten, giderilmesi zor şiddet duygusundan, internet faturalarının birikmesinden, ayranını gevreğine denk getiremeyen bir İzmirliden, hayatı boyunca kendi maaşıyla bir ev alamayacağını bilen bir işçinin yaşadığı pazartesi sendromundan, yaz sıcağında yaklaşan bir regl döneminden, ekmeksiz yemek yiyemeyen bir insanın gece çok sevdiği bir yemeğe gözleri yaşlı bakarkenki o dramatik sahneden... Daha önemli değildir yalnızlık...
Alıntıdır ..
Rus edebiyatının talihsiz bir dehâsı: Puşkin Ey güzel ülke! Uzak ülke. Ey bilmediğim ülke! Ne kendi isteğimle geldim sana, Ne de soylu bir atın sırtındl Beni bu yiğit delikanlıyı, Gençliğin ateşi sürükledi sana. Bir de başımdaki şarap dumanları.. Ataol Behramoğlu'nun çevirdiği, Nadir Göktürk'ün bestelediği Tanju Duru'lu, Emin İgüs'lü ‘’Ezginin
Persephone’un Çiçekleri
1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir. Talimgah denilen yerde bir kalabalık fark eder. Kalabalığa yanaştıkça bir müzisyenin enstrümanından yükselen melodiyi duyumsar. Yaklaşır. Delikanlı, enstrümandan yükselen tınıya gözlerini kapatarak huşu içinde bir süre zevkle dinleyerek eşlik eder. Gözlerini açıp da kalabalığın
70 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.