Yaygın olarak Müslüman toplum içerisinde, hangi dili konuşuyor olursa olsun, hangi kökenden ve nereden gelirse gelsin Müslümanlar birbirlerini, en azından teorik olarak, kardeş olarak gördüler. Aynı dili konuşuyor ve aynı soydan geliyor olsa bile başka bir dini ikrar ediyorsa onu bir yabancı görüp, reddettiler. Aynı zamanda, hiçbir kimlik ve süreklilik duygusu ile bağlı olmadıkları kendi gayrimüslim atalarını da reddettiler. Müslüman Ortadoğu halkı, antik çağları, barbar yahut cahil olduğu için ya da bu tür önemli şeylerin değerini anlayacak kapasitede olmadığı için göz ardı etmedi. Aksine, beklenmedik güçlü bir tarih algısıyla bezenmiş yüksek bir kültüre sahip insanlardı. Fakat onlar için esas tarih İslamiyetin doğuşu ile başladı. Onların manevi ataları, Arabistan'daki ilk Müslümanlardı. Onlar için putperest Mısırlılar, Babiller ve diğerleri, rastlantısal ve ehemmiyetsiz kan ve yurt bağları dışında gerçek bir ilgisi olmayan, uzak ve yabancıydı. Ta ki on dokuzuncuncu yüzyılda Avrupa arkeolojisi bu unutulmuş geçmişe dair kıymetli birtakım şeyleri ortaya çıkarıncaya kadar. Buna gittikçe ilgi duymaya başladılar hatta bu ilgi, yeni ithal edilmiş Batılı fikirler olan "vatan" ve "ulus"un büyümesine sebep oldu. Gizemli ve sürekliliği olan, bir halkın yaşadığı ülke ve bir halkın kimliği kavramlarının gelişmesine yol açtı.