Bir toplum, içerisinde var olduğu özgül dönem temelinde ele alınmalıdır. 'Dönem' terimi nasıl tanımlanırsa tanımlansın, bir dönem, egemen kurumları, ideolojileri, yaygın erkek ve kadın tipleriyle birlikte kendine özgü bir model teşkil eder. Bu demek değildir ki bu tarihsel dönem başka dönemlerle karşılaştırılamaz yahut sözkonusu model yalnızca sezgisel olarak kavranabilir. Bu daha ziyade, sözkonusu tarihsel dönem içerisinde çeşitli değişme mekanizmalarının özgül bir bileşke oluşturduğu anlamına gelir ki bu da ilkenin ikinci anlamıdır. Karl Mannheim'ın John Stuart Mill'i izleyerek dolayımlayıcı ilkeler [principia media] olarak adlandırdığı bu mekanizmalar, tam da toplumsal yapıyla ilgilenen sosyal bilimcinin kavramak istediği mekanizmalardır.
Jrnerasyon fenomenini bir teori olarak ilk ele alan 1923 yılında yazdığı "Kuşaklar Sorunu" makalesiyle Karl Mannheim olmuştur. Mannheim'a göre insanlar ebeveynlerine benzediklerinden daha çok yaşadıkları zamana benzerler. Bir başka deyişle Mannheim, kuşakların döngüselliğini değil, tarihin ve sosyal olayların kuşaklar üzerindeki etkilerini dile getirmiştir..
Uygun özne mutlak bir biçimde toplumsal yapıda serbestçe süzülen bir “kendinde bilinç” olmaktan ziyade, kapsamı giderek genişleyen (daha önceki kısmî ve somut bakış açıları tarafsızlaştıran somut) bir öznedir.
Nasıl belli bir dönemde mümkün olan ütopyalar ve idealler (henüz gerçek olmayanla ilgili tasavvurlar olarak), (mutlak olarak bir yerlerde süzülen hayalce yaratılmış ya da ilhamca meydana getirilmiş olana değil) o dönemde gerçekleşmiş olana yöneliyorlarsa; hem ütopik doğruluk imajı, hem de hakikat fikri, belli bir dönemin algılanabilirliğinin somut biçimlerinin içinden doğarlar. Demek ki hakikat kavramı da, tüm zamanlar için şüphe götürmez bir şekilde belirlenmiş olmaktan ziyade, tarihsel değişime tabîdir. Yani belli bir dönemin hakikat kavramının nasıl olduğu rastlantısal değildir, onun inşasıyla ilgili bir anahtar mevcuttur; belli bir dönemin paradigmatik bilgi biçimi ve yapısı sayesinde, genel anlamdaki hakikatin ne olabileceğine dair bir tablo yaratılmaktadır.
Nasıl bir zamanlar Kant; sağın doğa bilimlerinin varlığına, “bunlar ne şekilde gerçekleşebilir?” sorusunu ekleyerek modem epistemolojinin kuruculuğunu yapmışsa, en azından yönelimsel olarak daima tüm tarihsel-toplumsal özneyi ilgilendiren (gerçek) nitelikselin algılanmasına yönelen idrakin varlığına da, “bu ne şekilde gerçekleşir” sorusu, dahası: “bu türden bir epistemoloji bağlamında hakikat ne şekilde ve ne anlamda gerçekleşebilir?” problemi eklenmelidir.
Kısacası, probleme yaklaşım, ilgili problematiğin düzeyi, soyutlama düzeyi, ayrıca da ulaşılması istenen somutlaştırılma düzeyi: tüm bunlar aynı şekilde toplumsal açıdan varolıışsal bir bağlamlılık içindedirler.