“Nereden bilirmiş onlar Edirne’yi. Bizi trenle bırakmışlardı oraya. Buranın kavruk çocukları, Edirne’yi hem de Çingeneleri ne bilir. Bir güzel şehirdi ki Edirne şehri. Naciye, “Edirne böyleyse anacığım,” demişti, “İstanbul kim bilir nasıldır?” Apaydınlık camileri vardı. Meriç Nehri derler o koca suyun sesi nerede olsak duyulurdu. Bahardı biz Edirne’ye girdiğimizde. Meriç Nehri coştukça coşardı. Bir çınar ağaçları vardı orada, bakmakla bitmez. Vatan toprağıydı işte, gelmiş kavuşmuştuk. O Edirne şehrini gördüğümde, gitmem diye direnmelerimi unutmuştum. Orada her şeye, ağaçlara, sulara, insanlara yer vardı. Hele Edirne’nin o taş köprüsü yok muydu. Apak mermerden, orta yerinde padişah oturma yeri. Şaşmıştık ona. Güneş her yanlarından giriveriyordu. “Ne cana can katarak yapmışlar bu Edirne şehrini,” demiştim. Kapalıçarşısını gezdiğimizde yabancı yabancı, el el, kimse bize demedi neredensiniz diye. Oralara yakışmıştık biz. Oranın insanıydık sanki.”
"Hükümetlerinizi, saraylarınızı, sürdüğünüz sefalarınızı sizden alacağız! İşte o günden itibaren tarladaki köylü gibi, şehirde aç kalmış kavruk çırak gibi ekmeğinizi kazanmak için siz de çalışacaksınız..."
"Coğrafya kaderdir." der İbn Haldun 1389 senesinde. Arz-ı kürenin en ihtişamlı, en gerçek lafıdır. Mukaddime'de geçer. Yani der ki, ırk diye, milliyet diye birşey yoktur. Coğrafya vardır. Yani der ki, güneş kime daha çok vurursa o kavruk olur, güneşi az gören beyaz kalır. Yani der ki, başka diyardan birini yargılamadan, onun coğrafyasında kendiniz doğmuş gibi düşünün. İbn Haldun bunu beyan ettikten yaklaşık 400 yıl sonra ademoğlu farklı diyarlarda doğduğu için birbirini katletmeye başladı. Farklı diyarlarda doğduğu için diğerlerini hor görmeye, kendini üstün tutmaya başladı. "Nerelisin ?" sorusu literatüre girmiş en ayrılıkçı, en bedbaht sorudur. Ha soran olursa ben dünyalıyım.
// İbn Haldun, Mukaddime.