Şu kaybolan Osmanlı Afrikası, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şarki Rumeli, Tuna eyaletleri olan Bosna- Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.
Ya Asya Türkiyesi?... Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yokmuydu? Bütün şu Arabistana biz, nasıl «bizim!» diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri is- raf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu.
Hele padişah, hele saray! Bu fırtınalar içinde o, yanmadan, yıkılmadan bile bir sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.
Ya Anadolu?... Devletin bütün toprakları içinde belki tek temel olan, fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri, hiç benimsemedikleri bir yer varsa, o da Anadoluydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadoluyu, yalnız Anadolunun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler sehir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan korkarak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, börekçilerin sesleri arasından:
- Dördüncü ordudan vâmı? (var mı), Sivaslı vâmı? Angaralı vâmı? diye bağıra bağıra hemşeri ararlardı. Biz çocuklar onların etrafını alır eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumelinde, Ana-dolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıltık, fakirlik eşkıyalık gelirdi...