Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var.
Benim de...
Uyku. İnsana verilmiş tek mucize. Kendinden geçmek. Gözleri kapatıp huzura dalmak. Ve uyandığında yeniden başlamak. Tek ihtiyacım buydu…
Reklam
Uyumak istedim. Hem de çok. Uyuyup unutmak... Kayra’nın yaptığı gibi. Onun gibi rüyalar görmek istedim. Ama bütün dünya sözleşmişti, bana gözlerimi kapattırmamak için…
Bedenime ihtiyaçları yoktu cehennemde. Ama bomboş bir zihni görünce çok şaşıracaklardı, şeytan ve adamları. Yeni alınmış bir okul defteri kadar boş ve temiz bir zihinle karşılaşınca Tanrı bile, insan imalatı hakkında oturup yeniden düşünecekti. Bir yerlerde hata yapmış olmalıydı. Ben hataydım. Altı milyarda bir gelen hata! Hazırdım iade edilmeye. Doğduğum günkü kadar temiz ve boş zihinle. İlk günkü kadar!
Kimse bilmeyecekti, zihnime ateş ettiğimi. Kimsenin hayatı değişmeyecekti kendimi yok ettiğim için. On yıl sonra çok zengin bir kadın olacak Anita bile, bir ay sonra kanıksayacaktı hareketsiz bedenimi. Annemin pazar günleri bulmaca çözerken yüzüne astığı sakinliğe benzer bir ifadeyle silecekti vücudumu. Hiç doğmamış gibi olacaktım. Ve tek isteğim buydu!…
Dünyadan geçmektense, direk cehenneme gitmeyi tercih ettim her zaman.
Reklam
[...] Rimbaud'nun şiirlerinden fışkırmışçasına, o kadar güzel konuşacaklar ki çevrelerinde binlerce insan toplanacak... Bazıları da susmayı tercih edecek. Dünyaya sahip olabilecekken açlıktan ölecekler. Ve ben onların arasında geri döneceğim. Gördüklerimi yeniden görmek için. İnsanlardan bir kez daha iğrenmek için. Kendimi yine yarı yolda kaybetmek için.
İnsanın en zor, en acılı anında bile gülebilmesinin, birkaç kelime de olsa şarkı mırıldanmasının mümkün olması o kadar garip ki...
Dönmek daha zordu terk etmekten ve hepsinden…
Reklam
Sorular. Yanıtlar. Pişmanlıklar. Çığ gibi kovalıyordu beni, yamaçtan aşağı koşarken düşe kalka. Düştükçe büyüyordum. Düştükçe olgunlaşıyordum. Düştükçe yirmi dokuz yaşında biri oluyordum.
Brüksel’deki Moda Moda isimli sado-mazo barın müdavimlerinden birini tanımıştım. Evli ve üç çocuklu bir adam. İçinde önlenemez bir istek vardı gerçek bir kaltağa dönüşebilmek için. Tek arzusu bir fahişe olabilmekti. Koridorlarında dolandığım hastaneye geldiği zaman gecenin ilerisinde, derin kesiklerini diktirmek için, iç çamaşırından hijyenik ped
'Seni anlıyorum' demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur. Koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. Deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. Sadece gördüklerin vardır. Beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu. Dolayısıyla herhangi bir şeyi, birini anladığına, ama gerçekten anladığına emin olmak, sarıldığında arkasında ellerini kavuşturabilecek kadar o şeyi ya da kimseyi anlamak olağanüstü bir durumdur. Ve çok zaman isteyen söz konusu olağanüstü ilişki için olağanüstü bir insan olmak gerekir.
“Ben çok hastayım Noah” dedim. Sesimi tam ayarlayamıştım. Yüksek çıkmıştı. “Yakında hiç hareket edemeyeceğim. Üçüncü kattaki odada ölene kadar kalacağım.” Ya Anita çenesine hakim olamayıp söylemişti ya da sarhoş olduğu için söylediklerimi anlamıyordu. Ama gördüğüm kadarıyla hiç şaşırmamıştı. “Ben kendimi buraya kapattım” dedi birden. “Ben hasta değilim! Ama kendimi bu eve kapattım.” Beklemiyorum Noah‘dan böyle bir cümle. Şaşırma sırası bendeydi. Demek ki kendini buraya, sahile, bu ülkeye kapattığını düşünüyordu. Çocukla aramızda hiç fark yoktu. Sadece ben daha dar bir yere sokuyordum vücudumu. O kadar. Hepimiz hapistik aslında, dünyada. Hepimiz de bir yerlere kapanmıştık, isteyerek. Farkımız var mıydı, uygar dünyanın mazoşist delilerinden? Kendilerine birilerinin zarar vermesinin, aşağılayıcı sözler söylemesinin hayalini kuranlardan farkımız var mıydı?…
Yok
Hepimizin her şeye geç kaldığını anlatmaya gerek var mı?
1,500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.