Şimdi de muhteşem distopya, bambaşka bir dünya olan 1984'e gidelim. Kurallar, izlenmeler, teftiş edilmeler, belirli saatler, iş, ev, iş, ev ve yine iş, ev olarak devam eden bir sistem var. Ki ev dediğime bakmayın bizim tv dediğimiz o kare kutulardan her saniye izlenip kontrol edildiğinizi düşünsenize? Özel hayat yok, sevgi yok, aşk yok, aile yok. Sadece görev olarak evlenip görev olarak çocuk yapmak var. Geleceğe yönelik bakarsak bu kadar kısıtlama, izlenme, kurallar çok da şaşırtıcı gelmiyor artık. Akıllı telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar derken aslında herkesle her şeyi kendi isteğimizle paylaşıyoruz, parmak izimiz bile dahil.
George Orwell geleceğe yönelik kötü hayallerini mi yansıtmış diyeyim, gerçekleşeceğini umduğu fikirleri mi anlatmış diyeyim bilemedim ama ben ana karakter Winston'a çok üzüldüm. Yaşamak istiyor yaşayamıyor, sevmek istiyor sevemiyor, kahve içmek istiyor içemiyor ve daha neler neler. Her şey Büyük Birader'e bağlıdır ama Büyük Birader diye birisi var mıdır o da muamma. Winston'un yaşamaya tutunma, sevmeye çalışma çabalarıyla bu sisteme karşı çıkan halleri insanın yüzünde bir gülümseme oluşturuyor aslında. Çok mükemmel bir sistem eleştirisi, distopya olan 1984'ü her fırsat bulduğumda okumama rağmen tam anlamıyla hâlâ sindirememiş bulunmaktayım. Ama siz siz olun, okuyun. Geleceğe bakış açınız, acaba dinleniyor muyum izleniminiz, beni görüyorlar mı diye şüpheleriniz artacaktır belki ama boşversenize hayat yaşadığınız sürece hayattır.