Varoluşlarının bir ucundan tutmaya çalıştıkça, yaşamlarına karşı çıktıkça hayatın gerçeklerinde ezilen Ali ve Ramazan.
Çocukluklarına ağladılar sadece. Onları terk eden ailelerine, yetimhanede yemekleri pişiren pasaklı teyzeye, iki hademeye, müdürbeye, yetimhanede büyüdükleri halde yine de vatana olan borçlarına, on sekiz olunca onları kapıya koyan devlet babaya, sığındıkları sokaklarda onları istemeyen aile babalarına, evleri olmadığı için dayak atan polise kızdılar ve sövdüler. Ama kendilerine ağladılar yalnızca. Kendilerini suçladılar, kendilerinden nefret ettiler, kendilerini sattılar, kendilerini öldürdüler.
Ali ve Ramazan'ın hikayesi, sıcak aile evlerine uymayan, oldukça uzak bir hikaye. Sokakta görürseniz yadırgayacağınız insanlar onlar. Önce aileleri, sonra devlet babaları tarafından terk edilmiş, sokakta hayatta kalmaya çalışan 'aile' huzurunu bozan çocuklar. Oysa deliksiz bir uyku dahi çekemiyorlar güvenle. Her şeyleri delik deşik. Neresinden tutsan elinde kalıyor işte. Ama yine de huzur bozanlar onlar.
Yetim olmaları, çocukluklarının ellerinden alınmış olmaları, suçlayacak kimseyi bulamayıp kendilerini kirli düşünmeleri, sığınacak bir yuvalaranının olmaması, ailesizliklerini alkol ve uyuşturucu sayesinde daha az hissetmeleri, iş bulamamaları, hayatlarının çökmüş olması bir yana bir de aşıklar birbirlerine. Bu sefalet içinde bulmuşlar işte biribirlerini. Ama tüm bu sefillik içinde en rezili bu geliyor insanlara. Tüm bu hikayede en 'çarpık' olan bu değil mi?
"Yetim demek, üşüyeceksin demek. Hep üşüyeceksin, boşuna titreme."
Titremenin üşümeye faydası yok çünkü.